Post image
Sincaplar ve İnsanlar

Kuran’da Allah “Bir insanı öldürmek tüm insanları öldürmek gibidir” der. Çünkü işlenen her cinayet aslında insan yaşamının başka bir fani tarafından da sonlandırılabileceği fikrinin ortak zihinlerde yeniden üretilmesi anlamına gelir. Yani bir kişi öldürüldüğünde bu cinayetin “somut” zararı ölçülebilir, sayılabilir, kanun nezdinde bedeli ödenebilirdir. Oysa bu günahın yol açtığı “soyut” zayiatı düşündüğümüzde sonsuz çarpanlı bir işlemin içinde buluruz kendimizi. Asla hesaplanamaz, bedeli ödenemez. “Tıpkı bütün insanları öldürmek gibidir” diye korkunç bir sayıyla tanımlanması bundandır. Çünkü her öldürme “cinayet eyleminin” kapısını gelecekteki müstakbel katiller için açık tutmaktır. Bu yüzden öldürenler aslında kendi işlemedikleri, ama kendilerinden sonra işlenen cinayetlerin vebalinde de pay sahibidir.

Bu durum bundan güzel ifade edilemez; “Bir insanı öldürmek tüm insanları öldürmek gibidir…”

Aslında tam da bu örnekten hareketle yeryüzündeki toplam yaşam öykümüzde olguların ve olayların tek başlarına bir önemi olmadığını söyleyebiliriz. Onların önemi kavramlarımızı belirleyişlerinde yatar. Çünkü insanlar tecrübe ettikleri olayları üst üste koyarak tüme varıp durumlara dair genel kavramsal yargılar oluştururlar. Gerçek bilgi bu “tümelin” bilgisidir. Biz yaşantımızda o kavramlarla iş tutar, doğruyu yanlışı ayırır, onlarla hayatımızı idame ettiririz. Varolan kavramlarımızla açıklayabildiğimiz bir yaşam sürdüğümüz sürece kendimizi huzurda güvende ve konforda hissederiz. Ne zaman ki kavramlarımız zedelenir, gündelik olguları açıklamaya yetmez olur, bocalamaya, hayatımızda çuvallamaya başlarız. Örneğin, Ahmet’in Mehmet’in öldürülmesi onları sevenlerin acısıdır, meselesidir. Oysa Ahmet’in Mehmet’in katillerinin cezasız kalması insanların zihinlerindeki yaşama hakkının kutsallığı ve adalet duygusu gibi kavramları zedelemesiyle o toplumun meselesi oluverir. Zira birilerinin öldüğü bir yerde güvenli yaşamanın yolları vardır ama adalet fikrinin öldüğü yerde huzurla yaşamak imkânlı değildir. Adalet kavramı sarsıldığı vakit hukuk fakültelerindeki dersler boşa düşer. İdealler zedelendiğinde mesleklerin içi boşalır.

İnsanlar kurallar koyarak mağaradan çıktılar. Yaşadılar, tecrübe ettiler, yaşadıklarının adını koydular ve kavramlarını mukaddeslerini oluşturdular. Kavramlarını koruyabilen toplumlar yaşamlarını sürdürdüler, koruyamayanlar dejenerasyon süreçleri sonucunda yok oldular gittiler. Tarih bize öğretti ki bir toplum için kavramın düştüğü yerden geriye dönüş yoktur. Savaşlar, istilalar, doğal felaketler ya da ekonomik buhranlar… Bunların hiçbiri kavramların kaybından beter değildir. Nietzsche, “Kendisi için doğruyu seçemeyecek kadar içgüdülerini kaybetmiş olan bireye yozlaşmış derim,” derken bir şuursuzluk durumunu işaret eder. Kavramlar şuuru biçimlendiren öğelerdir. Somut ve dünyevi zorluklar kavramların sağlamlığıyla aşılırlar. Sözgelimi okul mefhumu, okul binasından önemlidir. Kapısız, bacasız bir mezra dersliğinde öğretmeni öğretmen, öğrenciyi de öğrenci yapabilen yalnızca sağlıklı bir eğitim kavrayışıdır. Bunun olmadığı yerde ise ne şık binalar ne de akıllı tahtalar bir işe yarar. Ortaya suni bir yapı çıkar. Kavramın gittiği yerde yerini mutlaka ucubeler alır. Sözünü ettiğim “şifa” kavramını “sağlık hizmeti”yle takas etmiş bir ülkede, doktorların neşter vurdukları organ başına para alması türünden bir garabettir.

Düşünsenize şehir kavramı olan bir yerde “Dilovası” nasıl mümkün olabilir? Tabiat fikrini haiz birisi Ege Denizi’ne bakan zeytinlikler içinde yapılaşmaya razı gelir mi? Burada onay verenler, karşı çıkamayanlar her zaman kötü niyetli insanlar değildirler, yalnızca kavramlarını yitirmişlerdir. Bir durum onların algılarını köreltmiş, baktıklarının gerçekliğini göremez hâle getirmiştir. Büyüme uğruna tüm erguvan ağaçları kesilen bir şehirde, erguvan rengine boyanmış otobüslere doldurulan insanlar trafikte nasıl delirmeden bekleşirler? Sorunun yanıtı bir körlüktedir. Onlar için her şey olağandır, olması gerektiği gibidir. Aksi olsa katlanıyor olmaları asla mümkün değildir. Çünkü insanlar kavramlarını kaybettiklerinde artık onların yokluğunun acısını da duyamaz olurlar. Mevcut düzensizliği, olması gereken zannederek yaşamaya başlarlar. Bu yoksullaşmadır. Kant “Kavramsız algılar kördür,” derken kavramları olmayan insanın bu algılayamayan durumunu anlatır.

Bu yüzden gelişmiş toplumlar kuşaklar ve reel politikalar üstü bir gayretle kavramlarına sahip çıkarlar. Amerika’da yahut Fransa’da diyelim demokrasi kavramı gündelik bir olay için alenen zedelenmiyorsa bu toplam kalıcı bir menfaatin bunu gerektirdiğine dair bir imandan gelir. Bir davaya bir tarafın lehine müdahale edilmesinin tarihte yeri olmaz, ama adil bir hâkim kavramı | yerle bir olduğunda artık o ülkede yaşamak mümkün olmaktan çıkar. “Paris’te yargıçlar var” cümlesini edebilmek bir milletin gayri safi milli hasılasından önemlidir.

Bazen düşünürüm Central Park’a yüzyıllardır hiç mi bir New York Belediye Başkanı yeğeninin bir çıkma yapma arzusu olmamıştır? Öyle ya yeryüzünün en değerli kara parçasıdır ve amcam da belediye başkanıdır. Küçücük adaya insanlar sığmakta zorlanmaktayken neden kimse “S.kerim sincabını,” diyerek oraya bir toplu konut inşaatına yeltenmemiştir? Bunun cevabı işte kavramın olguya baskın gelmesinde yatar. Kamu yararı kavramı adam kayırmaya galebe çalar. Söylemek, göstermek istediğim o insanların ne kadar ahlaklı falan olduğu değildir. Tümel’in yani kavramın kadim bilgisine, tikel’in yani olgunun geçici bilgisinden fazla inanmalarıdır. Bilirler ki kavramın namusu korundukça bir ülkenin sırtı yere gelmeyecektir. Yoksa sincap falan kimsenin umurunda değildir. Sincabı yaşatan şansıdır. 0 şans bir sincabın yaşamasında Amerika’nın var oluşunu görebilen yahut sezebilen bir kavrayışa emanettir. Eski bir Türk atasözünü değiştirerek söylersek “Sincabı yaşat ki devlet yaşasın” diyebilmenin teminatı altındadır.

(Kafa, 01.05.2019)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN