Post image
Camus: ‘Hayat yine de yaşamaya değer!’

 

Nurbanu KABLAN

İki büyük dünya savaşı, ekonomik buhranlar, aralarında yurdu Fransa’nın da bulunduğu sömürge devletlerin mazlum ülkeleri işgal etme yarışı ve çok daha fazlasının yıkıp geçtiği çağından iğrendiğini ifade etmiş Nobel Edebiyat Ödüllü ölümsüz yazar ve düşünür Albert Camus (7 Kasım 1913 – 4 Ocak 1960) çağına tanıklık eden, çağının yangınlarına ve yankılarına, insanın / insanlığın zaaflarına ve savruluşuna 47 yıllık kısa ömrüne sığdırdığı her biri başyapıt niteliğindeki kitaplarında var gücüyle yer veren yazarların başında geldi.

Önemli yapıtlarından Yabancı’da “Annem bugün ölmüş, belki de dün” cümlesiyle koca bir romanı daha ilk satırda ortaya koyan yazar, insanın bu çağda duyarsızlaştığını ve pasifleştiğini imler.

Düşüş’te ise avukat Jean-Baptiste Clamence aracılığı ile burjuva ahlakının fotoğrafını çeker. Bu yapıtının kahramanlarından Clamence, Amsterdam’da “Mexico-City” adlı barda oturur ve karşısında biri varmış gibi konuşmaya başlar.

Karşısındaki kişi aslında Oğuz Atay’ın Olric’idir. İtiraflar birbiri ardına gelir, deyim yerindeyse konuştukça batar!

Önce iyi bir insan olduğunu iddia eden Clamence, günah çıkarma faslına döndüğünde aslında amaca giden her yolu mübah gören, bencil, çıkarcı, yalaka, iki yüzlü bir insan olduğunu itiraf eder. Toplumda saygın görünen birçok insanın durumu da kendisinden farklı değildir.

Başarı anlamında yukarıya çıkıldıkça insanlık anlamında nasıl yere çakıldığına tanık oluruz. Yazar bu romanıyla Yabancı’daki silik karakterden çok, silik olmayan, başarılı, ama kötü bir karakterle çıkar karşımıza. Aslında düpedüz bir karaktersizden söz etmek daha doğru olur.

VAROLUŞÇULUK VE CAMUS!

İki kez (biri Fransızcasından) Yabancı, iki kez Düşüş, iki kez de Veba’yı okumuş biri olarak Albert Camus’nün okundukça değerlenen bir yazar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Kendini hemen ele veren bir yazar değildir. Eserlerinin altyapısında felsefe yatar. Önce yol aldığı güzergâha varoluşçu akımın yapı taşlarını yerleştirir, taşların arasını yaşamın anlamsızlığı ve saçmalığı düşüncesinin harcıyla sıkılaştırır.

Böylece bu tek güzergahlı, tekdüze ve monoton yolda da kahramanları Meursault’ı ve Clamence’i yürütür. Meursault kendine yabancılaşarak hiçliğin dibine vurmuştur, Clamence ise hiçlikten kurtulmak için ruhunu satarak boşuna çırpınmıştır. Sonuçta kendine yabancılaşan kahramanımızdan daha kötü bir duruma düşmüştür…

ZOR KOŞULLARDA YETİŞTİ!

1. Dünya Savaşı’nda yaşamını yitirmiş Alsaslı işçi bir baba ve evlere temizliğe giderek tek başına çocuklarını büyüten İspanyol bir annenin oğlu olan Albert Camus, bu zor koşullarda annesinin fedakârlığı sayesinde eğitimini tamamlayıp yazın dünyasına Tersi ve Yüzü kitabı ile adımını atar.

İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında 1942’de yayımlanan yapıtı Sisifos Söyleni ise “absürdizm” (saçma, uyumsuzluk felsefesi) felsefesi üzerine kurulmuş bir deneme kitabıdır. Konusunu Yunan mitolojiden alır, müthiş bir hikâyesi vardır.

Sisifos ölümlülerin en bilgesidir. Bilge kişiler egemen güçleri hep kızdırmıştır, Sisifos da tanrıları kızdırır ve büyük bir kayayı dağın tepesine tırmandırmakla cezalandırılır. Sisifos kayayı tepeye tam çıkaracakken kaya aşağı yuvarlanır, iner ve tekrar yukarı çıkarmaya çalışır. Bu kısır döngü sürüp gider; asıl trajedi Sisifos’un kayanın düşeceğini bile bile onu çıkarmaya çalışmasıdır.

YAŞAMI VE İNTİHARI SORGULADI!

Eserinde yaşamı ve intiharı sorgulayan yazar düşüncesini şu sözle dile getirir: “Yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de.”

Modern insan varoluşunu anlamlandırmaktan yoksun, sonlu bir kadere, başka bir söyleyişle ölüme mahkum, zamanın çarkları içinde kaderin tıpkı Sisifos’ta olduğu gibi ona yüklediği sorumluluklarla örülüdür. Bu sorumluluklardan kaçamayan modern insanın varoluşu yasam/ölüm ikileminin odağındadır.

Her çağ ihtiyaca göre kendi felsefesini yaratır. İki dünya savaşı, sonsuz yıkım, sayısız ölüm, makineleşmenin hızlanması “Varoluşçuluk” akımını doğurdu. Öyle ya savaşlar olacaksa, makineler insanın yerini alacaksa “Bu dünyaya niye geldik? Yaşamanın anlamı nedir, her şey absürt olmuyor mu?” diye sormamak, sorgulamamak olanaksızdı.

Camus de yılmazca sorar, sorgular, fakat dediği gibi hayat yine de yaşamaya değer! İşte bu yaşamanın ve yaşatmanın yüce bir değer olduğunu başyapıtlarından, günümüzün Covid-19 salğını nedeniyle daha derinlemesine kavradığımız romanı Veba’da görürüz.

Veba’da Camus ilerlediği yolda makas değiştirerek başka bir güzergâha girer. Tıpkı yaşantısında çeşitli düşüncelere girip çıktığı gibi. Öyle ki birçok eleştirmen bu açıdan Düşüş’teki Jean-Baptist’in bile Camus olduğunu söyler…

 

 

GÜNAHLARI, SEVAPLARIYLA İNSAN VE ‘VEBA’!

Veba’da her şey ölü farelerin görülmesiyle başlar. Camus, doğduğu ve çocukluğunun geçtiği ülke olan Cezayir’in Oran kentini seçmiştir. Fare ölümleriyle kendini gösteren vebaya başlangıçta inanmak kimsenin işine gelmediği için teşhis konulamaz, teşhisten sonra ise şehir karantinaya alınır.

Romanın başkahramanı, “Ben sadece insan olmaya çalışıyorum” diyen ateist, nihilist doktor Bernard Rieux’dür. Söz konusu salgın olunca elbette baş kahraman doktor olmalıydı, ama diğer kahramanlar da boşuna seçilmiş değildir.

Devleti temsil eden vali; kamuoyunu telaşlandırmamak adına ilk etapta salgını ciddiye alıp “Veba” adını koymak istemez.

Kiliseyi temsil eden Rahip Paneloux, kötülükleri cezalandırmak için hastalığın Tanrı’dan geldiğine inanır taa ki gözlerinin önünde bir çocuğun vebadan çırpınarak ölmesine kadar. İnancı sarsılan rahip, “Ölünceye kadar çocukların işkenceden geçtiği bu dünyayı sevmeyi reddedeceğim” diyecektir.

Yargıyı temsil eden Monsieur Othon, insani duygulardan feragat etmiş, mahkûmlara karşı acımasız ve haksız davranan bir simgedir. Devlet memuru Joseph Grand, iyi niyetli, ancak silik bir kişiliğe sahiptir, öyle ki kendini ifade etmekten bile acizdir.

Basını temsil eden Raymond Rambert habercilik yapmak için geldiği Oran şehrinde kapılar kapatılınca mahsur kalır, sevgilisine kavuşmak için önceleri veba salgınına duyarsız davranıp şehirden kaçmak ister; ancak vicdanı rahat bırakmaz: “Tek başına mutlu olmakta utanılacak bir yan vardır” diyerek dostlarıyla kalmaya ve veba ile savaşmaya karar verir.

Krizi fırsata çeviren çıkarcı Cottard spekülasyonlarla zengin olmuştur. Yargıcın oğlu olan ve babasına tepki koyan, sadece vicdanının sesine kulak veren iyi adam modeli Jean Tarrou doktora ve hastalara yardım için gönüllü sivil toplum örgütü kurmuştur.

En önemli kahramanlardan biri de anlatıcıdır, teknik olarak anlatıcı genelde bir gözlemcidir ancak Camus burada yepyeni bir şey koyar ortaya: Anlatıcı bizzat doktor Bernard Rieux’dur. Eser onun günlüğü üzerine kurgulanmıştır.

SEVGİSİZ, ÖLÜ BİR DÜNYA!

Görüldüğü gibi Veba karşısındaki tutumlarıyla devletin önemli kurumları karşımızdadır. Camus bu kahramanları bir araya getirerek salgın sürecinde kiliseyi, yargıyı, basını özelde aşkı, düşünceleri, hayatı tartıştırır ve sorgulatır…

Veba’da, “Sanat, bana göre kişisel bir zevk ürünü değil de insanların sahip olduğu ortak acıların ve zevklerin ayrıcalıklı bir tasvirini sunarak onların duygularına hitap etme biçimidir” görüşünü ilmek ilmek işleyen Camus, bireysel çıkışsızlıklardan kurtulmanın sevgiden, dostluktan, birlikte ortak amaç için çalışmaktan geçtiğini vurgular. Zaten sevgisiz bir dünya, ölü bir dünya değil midir?

VEBA SADECE VEBA DEĞİLDİR!

Camus romanının başına otururken gelmiş geçmiş tüm veba salgınlarını incelemiştir ve ortaya koymuştur ki; “Veba” sadece veba değildir. Veba, İkinci Dünya Savaşı’nın Nazileridir. Veba, Fransa’nın Cezayir’i işgalidir. Veba, hissizleşen insandır. Veba, kırmızı cübbeleriyle kızıl baykuşa dönüşen yargıçlardır. Veba, dünyadaki kötülüğün kaynağı olan cahilliktir…

“Bir kenti tanımanın en bilindik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır” demiş Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Albert Camus, yılmadan kentlerin üzerinden insana, insanlığa bakıp eşsiz eserler bırakmaya devam edecekken en verimli çağında, 4 Ocak 1960’da, 47 yaşında bir trafik kazasında hayatını kaybetti…

Kaybın büyüklüğü her çağda tarifsiz! Ne mutlu ki küllerinden doğuyor hâlâ. Anısına saygıyla…

(Cumhuriyet Kitap, 17.05.2022)

 

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN