Post image
‘Popülizm ilk gelişim evresinde Sol’a yatkındı’

Zafer Toprak’tan Türkiye’de popülizm, antropoloji ve milli iktisat üzerine üç inceleme

Son iki yılda, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Zafer Toprak’ın Doğan Kitap’tan birbiri peşi sıra üç önemli kitabı yayımlandı. 20. yüzyıl Türkiyesi’nin gelişimini ve bugün vardığı noktayı anlayabilmek için bu üç kitap ayrı bir önem taşıyor.
Kitaplardan ilki “Darwin’den Dersime Cumhuriyet ve Antropoloji”. Bu kitap 2012 yılı Sedat Simavi sosyal bilimler alanında en iyi kitap ödülünü aldı.

Ardından Türkiye’de “Milli İktisat 1908-1918” adlı kitap çıktı. 1980’li yıllara kadar Türkiye’nin izlediği ithal ikameci iktisadi yapısının temellerini değinen bu kitap Meşrutiyet ile Cumhuriyet Türkiyesi’nin bağını kurdu.

Üçüncü kitap ise Toprak’ın geçen haftalarda yayımlanan “Türkiye’de Popülizm, 1908-1923” adlı eseriydi.

Zafer Toprak’la bu üç kitabını günümüz izdüşümlerini de irdeleyerek konuştuk.

Gamze AKDEMİR
– “Türkiye’de Popülizm, 1908- 1923” adlı çalışmanızla başlayalım söze… Popülizmin tanımını yapar mısınız ilk soruda?
– Popülizmin bir ideoloji olup olmadığı uzun yıllar tartışıla geldi. Hızlı dönüşümlerle karşılaşan köylü toplumlarında gözlenen bir tür sosyalizm olduğunu savunanlar oldu.

Sanayi ve finans sermayesinin tehdidi altında küçük köylülüğün ideolojisi şeklinde tanımlandı. Toplumu değiştirerek geleneksel değerleri ön plana çıkaran kırsal hareket olduğu söylendi. Sokaktaki halkın görüşlerinin elitist bir azınlıkça denetlenişi dendi.

Faziletin toplumun çoğunluğunu oluşturan basit insanlarda, ve onların ortak geleneklerinde aranışı olarak yorumlandı. Halkın iradesinin her şeyin üstünde tutuluşu ya da özerk örgütsel güçleri olmaksızın kentsel işçi sınıfının ve/veya köylülüğün desteğini alan siyasal hareket diğer tanımlardı.

– Rus fikir ortamı Osmanlı topraklarına kimlerin öncülüğünde girdi? Ayrıca nasıl bir müsait ortam da söz konusuydu?

– Rus Narodnik, ya da“halka doğru” hareketi Osmanlı aydınlarına farklı kanallardan ulaştı. Balkan aydınlarının ve Rusya’dan göçen Müslüman Türklerin yadsınamaz katkıları oldu. Balkanlar’da yazar ve öğretmenler arasında Rus Narodnik hareketi 19. yüzyılın son çeyreğinde itibaren etkin olmaya başlamıştı.

Öte yandan Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali, Musa Akyiğitzade gibi göçmenler Panslavizm ve Rus popülizminden etkilenmiş, Osmanlı popülizminin doğuşunda etkin rol oynamışlardı. Ve nihayet Ermeni aydınlarının Hınçak akımı Narodnik fikirlerin etkisi altındaydı. Osmanlı aydınının bundan da etkilenmesi doğaldı.

‘SOLİDARİZM ULUS-DEVLETİN OMURGASINI OLUŞTURDU’

– Rus Narodnik hareketi memlekette halkçılık tohumlarının ekilmesinde nasıl bir vasıtaydı?

– Osmanlı popülizminin en güçlü yayın organlarından biri II. Meşrutiyet yayın organlarından “Halka Doğru” dergisiydi. Derginin yazarlarından İttihat ve Terakki Merkez-i Umumi üyesi Hüseyinzade Ali Türkçülükle halkçılığın “mürşidi” olarak görülüyor, Rusya’daki Panslavizm ve sosyalizmi Türkiye’ye uyarlayan kişi olarak gösteriliyordu. Ardından, bu kez İzmir’de Celal Bayar’ın yönetiminde ikinci bir Halka Doğru dergisi yayımlandı.

– Halkçılık hangi aşamalardan geçtikten sonra devletin resmi ideolojisinde ve siyaset hayatında kelimenin tam anlamıyla “cana” geldi?

– Osmanlı popülizmin ilk evresi Narodnik düşüncesinden etkilenmişti. Ancak Fransız sosyolojisinin Selanik üzerinden Jön Türk çevrelerine sızması, beraberinde Durkheim kökenli solidarist anlayışı hakim kıldı.

Özellikle Cihan Harbi yıllarında solidarizm, ya da dayanışmacı bir toplum anlayışı inşa edilmekte olan ulus-devletin omurgasını oluşturdu. Mustafa Kemal başta olmak üzere Cumhuriyet’in kurucuları da bu anlayışı benimsediler.

Bu bir anlamda eşitlikçi bir toplum anlayışıydı. Türdeş bir nitelik taşıyan “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olma özlemi ulus-devlet için bir önkoşul oldu.

‘İTTİHATÇILARIN YÖNETİMİNDE İSLAM REFORMİST ÇİZGİYE GİRDİ”

– Değişim ve dönüşüm kendini hangi alanlarda, nasıl gösterdi? Müslüman cemaatin ulus kimliğine yönelik gelişmelere karşı tavrı ne oldu?

– Osmanlı’da ulus-devlet inşa süreci dilde reformla başladı. Bunda Selanikli Jön Türklerin Genç Kalemler, ve Yeni Felsefe dergileri çevresinde toplanmaları önemli rol oynadı. Dilin “yabancı” unsurlardan arındırılarak sadeleştirilmesi “Yeni Hayat” diye niteledikleri geçmişten farklı bir toplum inşa kaygısını taşıdı.

Bu süreç Balkan Harbi ile birlikte geniş kitleleri kuşattı. “Balkan mezalimi” ve bu coğrafyadaki Müslüman unsurun yerinden yurdundan olması, doğmakta olan ulus anlayışına İslami bir boyut kattı.

Bu açıdan bakıldığında İttihatçıların yönetiminde İslam reformist bir çizgiye girdi. Seküler çizgi kısa sürede dinsel bir boyut da kazandı.

– Batı ile Doğu’nun giderek daha da ayrıştığı 19. yüzyılın ilk yarısında nasıl bir Osmanlı aydınlanmasından söz edilebilirdi? Millet kavramı da geçmişin cemaat kavramından solidarizm şafağında nasıl ayrıştı?

– Bilindiği gibi Osmanlı çok unsurlu, ya da eski anlamıyla çok “millet”li bir yapıya sahipti. Bu imparatorluklara özgüydü. Farklı dil, din, etnik kökenli insanlar, ya da cemaatler bir arada Padişahın uyruğu sayılıyorlardı. Hanedan iktidar odağıydı.

Fransız Devrimi’nin etkisiyle, 17. yüzyıldan beri giderek etkinleşen ulus devlet anlayışı Osmanlı topraklarında da farklı unsuların, ya da “millet”lerin egemenlik kaygılarını kamçıladı. Sırp, Yunan, ve diğer gayrimüslim unsurlar, ardından Arnavut, Arap gibi Müslüman unsur arasında milliyetçi anlayış güç kazandı.

Osmanlı topraklarında en son milliyetçilik Türkler arasında yeşerdi ve bu süreç çok hızlı gelişti. Bunda İttihatçıların Fransız sosyolojisinden ve özellikle solidarizmden etkilenmelerinin payı büyük oldu.

‘KÜRT SORUNUNUN KADERİ LOZAN GÖRÜŞMELERİ SIRASINDA ÇİZİLDİ’

– 1 Aralık 1921 tarihli konuşmasında halkçılıktan resmen söz eden Mustafa Kemal’in halkçılık ile ilgili görüşlerinin kaynakları nelerdi?

– En uzun Cihan Harbi Osmanlı topraklarında yaşandı. Anadolu insanı için Cihan Harbi Balkan Harbi’ye başladı ve Milli Mücadele ile son buldu. Diğer bir deyişle on yıl süren bir süreci kapsadı.

Cihan Harbi tüm zihniyetleri dönüşüme uğrattı. Bu İttihatçı gelenekten gelen Cumhuriyetçi kadrolar için de geçerliydi. Ancak Meşrutiyet İttihatçılarıyla Mustafa Kemal’in çevresinde öbekleşen kadrolar arasında siyasal yapılanma açısından önemli bir fark vardı.

1908 Devrimi güçler ayrımını esas alan, Montesquieu’den esinlenen bir hareketti. Oysa Osmanlı’nın çöküntüye uğraması Mustafa Kemal’i Aydınlanma düşünürlerinden bir diğerine yöneltti. Güçler birliği ve ulusal egemenlik anlayışı Rousseau’nun “halkın egemenliği” anlayışına dayanıyordu.

– Kürt sorununun kaderinin hangi dönemde nasıl belirlendiğini yazıyorsunuz?

– Kürt sorununun kaderi büyük ölçüde Lozan görüşmeleri sırasında çizildi. Bunda Lozan’da muhataplarımızın böl ve yönet anlayışıyla Anadolu’da farklı azınlıklar yaratma kaygısı önemli rol oynadı. O nedenle kitapta da evrelerini gösterdiğim gibi Lozan sonuçlanırken toplumu tek bir çatı altında tutma kaygısı Türk sözcüğünü ön plana çıkardı.

Ama asıl kırılma noktası Şeyh Sait isyanı ve Takrir-i Sükun’la oldu. İngilizlerin Musul sorununda Ankara’yı köşeye sıkıştırmak için Şeyh Sait isyanına destek vermeleri bardağı taşıran son damlaydı.

”POPÜLİZM İLK GELİŞİM EVRESİNDE SOL’A YATKINDI’

– Türkiye’de entelektüel eksenli popülist devre nasıl sonlandı? Ve o dönemden sonraki siyasi popülizmlerden özde nasıl farklıydı?

– Popülizm dünya literatüründe genellikle iki evrede ele alınıyor. Daha doğrusu popülizmin ilk gelişim evresinde ideolojik yapı ön planda… Daha bir “sol”a yatkın nitelik taşıyor.

İkinci evre ise çoğulcu demokrasilerde görülen, ve bugün özellikle Avrupa’da gözlemlenen, yabancı düşmanlığına kadar varan, nabza göre şerbet veren siyasi popülizm… Kimilerine göre ulusal popülizm.

Bugün hemen hemen her gün kullandığımız popülizm terimi işte bu ikinci evreye özgü bir nitelik taşıyor. Oysa Türkiye’de popülizm II. Meşrutiyet yıllarından itibaren halkçılık adı altında eşitlikçi bir toplum anlayışını telkin ediyordu.

Bu yönüyle Cumhuriyet Türkiyesi’nin erken döneminde toplumsal düşüncede halkçılık omurga işlevi gördü. Halk Fırkası doğru, Halkevleri kuruldu, “halka doğru” gidildi.

– Atatürk’ün yaşamının son yirmi yılına odaklanmış bir entelektüel arkeoloji çalışması olarak nitelediğiniz “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” adlı çalışmanıza geçersek… Cumhuriyet Türkiyesi’nin Tek Parti dönemini ve Atatürk’ü algılamak ve anlamak adına ülkede bilim alanında gerçekleştirilenleri incelemek gerektiğini vurguluyorsunuz.

– Biraz önce de belirttiğim gibi Cihan Harbi tüm dünyada zihniyet dönüşümüne de neden olmuştu. Ulusal egemenlik anlayışı yeni kurulmakta olan ulus devletin kaderini belirlemişti. Ancak siyasal ve hukuksal dönüşümler bir ulus inşa etmek açısından yetersiz kaldı. Bu nedenle ulus devletle uyumlu yeni bir yurttaş tipine ihtiyaç vardı.

İşte Atatürk, harf devrimi ertesi çabalarını büyük ölçüde bu yöne hasretti. Antropolojiden esinlenerek Anadolu insanına güven duygusu aşılamayı hedefledi. Türk insanının da çağdaş uygarlığı yakalayabileceğini kanıtlamak istedi.

‘ATATÜRK’ÜN BİLİM TUTKUSU GENELDE GÖZARDI EDİLDİ’

– Bu kitap “entelektüel Atatürk”ü, 30’lu yıllarda gerçekleştirdiği bilimsel ve kültürel devrimi yorumlamaya yönelik nasıl bir girişimdir?

– Mustafa Kemal’in askeri dehası üzerine çok şey yazıldı. Bir siyaset adamı olarak da ne denli uzak görüşlü olduğu bilinegeldi. Ama genelinde görmezlikten gelinen Atatürk’ün bilime olan tutkusuydu.

Cumhuriyet Türkiyesi de bilim üzerine inşa edildi. Bir tür akademi anlayışıyla Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’na öncelik verildi. Ardından Üniversite reformunu gerçekleştirildi. Güzel sanatlara ayrı bir önem atfedildi.

Bir diğer deyişle 30’lu yıllar Türkiye’de kültürel ve bilimsel devrim yılları oldu. Atatürk günlük siyasetten uzak, sofrasında bilimi tartıştı. O tarihlerdeki ders kitapları bile bu dönüşümün somut kanıtları.

“Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” bu süreci ele alan bir kitap. Korkut Boratav bir yazısında kitaba “Artılarıyla Eksileriyle Kültür Devrimi” başlığını yakıştırıyor. Bence çok doğru bir yaklaşım…

‘DERSİM’DE DE BİR TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ SÖZ KONUSU’

– Dersim sorunu kitapta nasıl yer alıyor? Dersim Harekatına ilişkin bölümleri hangi veriler ışığında yazdınız?

– Son yıllarda Dersim Harekatı bellek tarihçiliğinin ana malzemesi oldu. Herhangi bir kaynağı dayanmaksızın anılarla 1937-1938 Dersim Harekatı açıklanmaya çalışıldı. Sözlü tarihe saygımız büyük. Ancak, tarihçilikte kaynaklar sınırsız.

Biz bu kitapta Dersim sorununa belgeler ışığında bakmaya çalıştık. Tarih Vakfı’na devredilmiş olan ve birçok “mahrem” vesikayı içeren dönemin yöre milletvekili Necmettin Sahir Sılan’ın arşivinden yola çıktık. Bu belgeleri Tarih Vakfı bünyesinde altı cilt olarak yayımlamıştık.

Bugün maalesef Dersim sorunu kendine özgü bir ekonomik alan oluşturmuş durumda. Her gün Dersim üzerine yeni bir kitap yayımlanıyor. Tabii her ulus devletin inşasında olduğu gibi Dersim’de de bir toplum mühendisliği söz konusu. Ama konu epistemolojik kaygılarla, teleolojik bir anlayışla ele alınmamalı. Tarihçinin görevi yorumlamaktan çok anlamak.

– Üçüncü kitabınız “Türkiye’de Milli İktisat, 1908-1918” başlığını taşıyor. Balkan Savaşları ve Cihan Harbi’nin hangi iktisadi ve toplumsal örgütlenme biçimlerini dayattığını okuyoruz. Tanzimat hangi iktisadi kavramların gündeme geldiği bir dönemdir? Ve milli iktisat hangi şartlarda nasıl evrilmiştir?

– Türkiye, ya da Osmanlı Devleti 19. yüzyılda kapitalizmin gelişimi sonucu küreselleşmede enformel bağımlılık ilişikleri içerisinde konuşlanmıştı. Sömürge değildi ama ekonomik ve finansal bağlamda bağımlıydı. Özellikle kapitülasyonlar bu bağımlılığı Düvel-i Muazzama’nın yaptırım gücüyle pekiştirmişti. İttihatçılar işte bu ilişki düzenine baş kaldırdılar. Bu nedenle Cihan Harbi’ne girdiler.

Hemen şunu hatırlatalım, Cihan Harbi 19. yüzyılın küreselleşme sürecini sona erdirmiş ve “küresizleşme” diye nitelendirilebilecek bir evreyi açmıştı. Küresizleşme evresi 1914’ten II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürdü. Birçok ülke savaş koşullarında içine kapandı ve kendine yeterli olmayı denedi.

Türkiye de bu evrede klasik iktisadın serbest ticaret anlayışını bir kenara bıraktı ve korumacı milli iktisat politikasını benimsedi. 24 Ocak 1980’e kadar üç aşağı beş yukarı bu politika sürdürüldü. Türkiye bu sayede bir sanayi ülkesi olabildi.

MİLLİ İKTİSAT VE DÜNYA!

– Kitabınızın, 1970’lerde hâkim olan emperyalizm ve bağımlılık eksenli merkez çevre tartışmalarının ürünü olduğunu ifade ettiğiniz 30 yıl önceki ilk baskısından bu yana ekonomik ve kültürel içerikte neler değişti, öne çıktı ve/veya oluştu? Milli iktisat neleri tarihe gömerken nelerin şafağıydı?

– “Türkiye’de Milli İktisat, 1908-1918” aslında ilk baskısını 30 yıl önce, 1982 yılında yapmış, ve kendi alanında ses getirmişti. O evrede kitap büyük ölçüde merkez-çevre anlayışına karşı bir tez olarak yazılmıştı. Çevrenin de bir çıkış yolu olduğunu kanıtlamaya çalışmıştı.

Yeni baskı ise her şeyden önce Türkiye ekonomisini dünya ekonomisi bağlamında bir yere oturtmayı denedi. İlk baskı sırasında daha küreselleşme bilim dünyasına girmemişti. Bu açıdan ikinci baskı otuz yıllık bir birikimle sil baştan ele alındı, geliştirildi.

Bugün, bu kitapta işlenen milli iktisat anlayışı yeterince özümsenmeksizin, ne Tek Parti döneminin devletçiliği, ne de onu izleyen karma ekonomi ve planlı ekonomi dönemleri anlam kazanabilir.

Öte yandan benzer gelişmeler özellikle Latin Amerika ülkelerinde de gözlemlendi. Cihan Harbi, Almanya’yı olduğu kadar savaştan galip çıkan ülkeleri de çökertmişti. Türkiye işte bu boşluktan yararlanarak ulus devletini kurdu; kendi ekonomisine çeki düzen vermeyi başardı.

(Cumhuriyet Kitap Eki, 16 Ocak 2014)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN