Post image
Âdet kanını hapsetmek

İlke KAMAR

Adet kanı, kadın doğasının en doğal parçası. Yumurtlamanın dolayısıyla doğurganlığın göstergesi… Doğurganlığının en temel ön koşulu olmasına rağmen günümüzde de, birçok kültürde regl halindeki kadının ‘kirli’, ‘pis’ olarak algılandığını görüyoruz. Âdet görmeye dair önyargı ise çok eskiye dayanıyor.

KAN TABUSU…

Örneğin Hipokrat, âdet görmenin kadınların âdet öncesi gerginliğine çare olduğuna ve bunun genel anlamda faydalı bir kanama olduğuna inanıyordu. Ona göre kanama organizmayı zehirleyen ‘kötü ruhların’ vücuttan atılmasını sağlıyordu. Hipokrat’ın ünlü yemininde “âdet olmayan bir kadının yaşadığı burun kanaması sağlıklıdır çünkü kadın bu şekilde kendisini zehirleyen ‘fazla’ kanı tahliye etmiş oluyor” yazar. Bu görüş çok uzun bir süre geçerliliğini korurdu. Bu görüşten yola çıkarak âdet gören kadınların elindeki buketleri soldurduklarına inanılarak bitkilerden başlayarak herhangi bir şeyi soldurabilen zehirli salgılar ürettiği sonucuna varıldı.

Milattan sonra 77-79 yıllarında eski Romalı doğa bilgini ve ansiklopedi yazarı Büyük Plinius, âdet döneminin kadın üzerindeki etkisini Doğa Tarihi’nde şu şekilde tasvir eder:

“Bir bakışı aynaların ferini söndürür, çeliği köreltir ve fildişini perdahından eder. Öyle ki oğul veren arılar görse onu, oracıkta ölüverirler.”

Caitlin Moran ise ‘Nasıl Kadın Olunur’ adlı romanında âdet görmeye sırf kadınlara özgü bir şey olduğu için tiksintiyle yaklaşıldığını söylüyor:

“kadına dair neredeyse her şeyin mide bulandırıcı ve/veya zayılık olarak görüldüğü bir kültürde yaşıyoruz. Tıpkı âdet görmek ya da menopoz gibi…”

‘Bedendeki Kadın’ adlı kitabında Emily Martin ise âdet görmeyi küçümseyici bu yaklaşımın sebebinin, “âdet görmenin üreme sisteminin üreme işini beceremediği algısının yanı sıra, üretimin de ters gittiği fikrini taşıması” olduğunu iddia ediyor.

GİZLİ GERÇEKLER

Kadınların âdet döneminde yaptıkları işlerde başarısız oldukları düşünüldüğünden belirli toplumlarda hâlâ uygulanan bazı yasaklar, kısıtlamalar günümüzde de devam ediyor. Örneğin İtalya’da regl olan bir kadın hamura dokunursa hamurun kabarmayacağı, Romanya’da regl olan bir kadının çiçeklere dokunması yasak çünkü çiçeğin çabucak kuruyup öleceğine inanılıyor. Japonya’da kadınların regl dönemlerinde mutfağa girmeleri istenmiyor. Özellikle 18. yüzyılda garip inanışlar nedeniyle önyargılara maruz kalan kadınların sayısı oldukça fazla. 1975’ten sonra tabu biraz değişse de; birçok toplumda tabu olmayı sürdürüyor. Bu konuda yapılan güncel çalışmalardan biri olan Bu Benim Kanım kitabında Elise Thiébaut, adet kanı hikâyesini farklı bakış açılarıyla sosyal, tarihsel, mitolojik, dinsel yönden inceliyor.

Feminist yazar Tiébaut, çalışmalarının temel konusunu modern dünyadaki kadınlık durumundan ve onun fiziksel ve psikolojik şiddetin normalleştirilmesinden alıyor. Élise bu adaletsizliği ortadan kaldırmak için bizi, âdet kanının ardındaki gizli gerçekleri belgeli, öğretici bir biçimde keşfetmeye davet ediyor. Kamikaze oositin ve mayonezin gizemini, dönemsel koruma ürünlerinin şaşırtıcı hikâyesini ve kimi zaman dinlerin âdet kanını kullanarak gerçekleştirdiği ilginç gelenekleri kişisel hikâyesinden hareketle keşfetmemizi sağlıyor. Kendi âdet kanaması deneyimiyle başlayan yazar zaman zaman kişisel hikâyesini anlatmayı sürdürüyor. Tiébaut kitabın giriş bölümünde adet hakkındaki güçlü mitlerden bahsederken ped kelimesi yerine bulunan kod adlarına değiniyor ve dönemi isimlendirmek için geliştirilen isimlerin keşfine çıkıyor:

“Ayında olmak, renkli olmak, gelinciklenmek veya külotundaki Kızıl Ordu… Onu hangi biçimde isimlendirirsek isimlendirelim kadınlar için her ay (ölmeksizin!) bir miktar kan kaybetmeye neden olan bu doğal olgu, bütün toplumlarda tabu olarak kalmayı sürdürüyor. Ayrıca son bilimsel gelişmelere göre yeni gençlik veya ölümsüzlük iksiri olabilecek bu sıvı hakkında diğer birçok şeyi… Öyleyse, âdetleri değiştirme zamanı gelmedi mi? Menstrüel devrim, ne olursa olsun, yaşanmaya devam ediyor. Ve büyük ihtimalle bu hem kanlı hem de barışçıl ilk devrim olacak.”

Yazar Tiébaut, âdet kanamasının şeytan gibi gösterilmeye çalışıldığını anlatırken şarabın ekşitilmesinden, sütün kesilmesine varana dek kanaması olan kadına simyacılığa benzer dönüştürme gücü atfedildiğine vurgu yapıyor. Jean Yves le Naour ve Catherine Valenti’nin aktardıklarına değinen Tiébaut, “20. yüzyılın başında Anjou bölgesine gönderilen adet gören kadınlar, böcek öldürme özelliklerinden dolayı tırtılları öldürmek için lahana tarlalarına koşuyorlardı.” Âdet görmenin iğrenç bir şey olduğuna ilişkin genel yargılara değinen yazar, bazı topluluklarda kanın sözde zararlı etkilerinin yanında adet kanına iyileştirme gücü atfedildiğini de belirtiyor. Yazar, batıl inançlarla kuşatılmış bu periyodun hâlâ çok dirençli olduğunu savunuyor.

Kitap, 19. yüzyılda sanayileşme ve şehirleşmeyle âdet kanını hapsetmek için ilk ped ve kemerlerin ortaya çıkışından, üreme yasaklarına, son bilimsel gelişmelere göre gençlik âdet kanının ölümsüzlük veya gençlik iksiri olarak kabul edilmesine, âdet kanındaki kök hücre üretiminden âdet kanamasının sanat da kullanımına kadar 20 yıllık kapsamlı bir çalışmayı ortaya koyuyor. Yazar kendi deneyimlerini de samimi bir şekilde aktarıyor bizlere. Aynı zamanda farklı toplumlarda konuya bakış açısındaki farklılık ve benzerlikleri ortaya koyuyor yazar. Dahası, yazar anlatımıyla bütünün her bölümünde anlatıyı kuramlara hapsetmiyor. Kendi deneyimleriyle birleştirerek ironik ve eleştirel üslubuyla keyifli bir anlatı sunuyor.

(Birgün Kitap, 09.11.2018)

 

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN