Post image
Anna Karenina Romanını Niçin Okumalısınız?


Kadir IŞIK

Tolstoy Anna Karenina romanını yazmaya başlamadan önce Peter ve Great adlı tiyatro oyunu üzerine çalışıyordu. Ancak arkadaşına yazdığı bir mektupta seçtiği projenin zorluğundan ve ilerleme kaydedemediğinden yakınıyor. O günlerde komşusu Bibikov’un metres hayatı yaşadığı kadın, Bibikov’un başka bir kızla evlilik planları yaptığını öğrenince evden kaçar ve kendini trenin altına atarak intihar eder. Geride bıraktığı notta, “Katilim sensin”, diye yazar sevgilisine. Bu olay Tolstoy’u derinden etkilemiştir. Polis titizliğiyle konuyu araştırır, cesedi görür ve zavallı kadının yaşamını hayal etmeye başlar. Karısı Sofya güncesinde, kocasının yüksek sosyetede yolunu şaşırmış evli bir kadın tipi yarattığını, kadını suçlu değil de, acınacak halde göstermek istediğini yazıyor. Anna’nın suçlu mu yoksa acınacak halde olması mı daha kötü, bilemiyorum, ama okur olarak ona ne acıyoruz ne de onu suçluyoruz, aksine ona hayranlık duyuyoruz, cesaretini kıskanıyoruz ve mantığına hayran kalıyoruz. Eğer ahlak kurallarını yaratan çoğunlukla aynı pencereden bakıyor ve ona göre yargılarımızı oluşturuyorsak Anna’yı suçlamalı ve ölümüyle adaletin sağlandığını düşünmeliyiz. Okur zayıf, suçlu ya da acınacak bir roman karakterinin hayatını merak etmez, onunla ilgilenmez.

Tolstoy romanlarında birey ve toplumun hikâyesini, aralarındaki organik bağı göz önünde bulundurarak ele alır ve bu ikisi birbirini çoğaltarak varlığını sürdürür, ama Anna gibi sıra dışı karakterler bu döngüyü tersine çevirebilir, böylece toplumda oluşan kırılma dönüşümü başlatır, buna sanatın gücü denir, zaten hayatı da peşinden sürükleyen sanat değil midir.

Okur Anna’nın yaşadığı yasak aşk ve intiharla son bulan yaşamı üzerine odaklansa da roman daha çok devrim öncesi Rus toplumunu, aristokrasiyi, aristokrasideki çürümeyi anlatıyor. Anna okuru cezbeden buzdağının görünen, hayranlık uyandıran muhteşem yüzü, toplumun katı kurallarına karşı duran bir savaşçıdır.

Romanın meşhur giriş cümlesinde belirtildiği gibi, mutlu ve birbirine benzeyen ailelere örnek olarak Levin ile Kiti, mutsuz ve kendine özgü mutsuzluğu olan ailelere örnek olarak Anna ile Alexis Karenina verilmiştir. Kendinden yirmi yaş büyük, ahlaki değerleri her şeyin üstünde tutan yüksek dereceden bir devlet memuru olan Aleksis Karenine’le genç yaşında evlenen Anna, Vronski’yle tanıştıktan sonra hayatı değişir, romandaki hayatlar da değişir. Vronski’yle Kiti arasında başlamak üzere olan ilişki sonlanır, Kiti, Levin’le evlenir. Bu açıdan bakarsak romanın mutlu ailesinin temelleri Anna’nın mutsuz evliliği üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Kiti romanın başında Levin’in evlilik teklifini ret etmesinin tek nedeni Vronski’ye duyduğu ilgidir. Bu ilişkiler ağı hem romanı hem de romandaki hayatları baştan aşağı değiştirmektedir.

Tolstoy mutlu evliliklerin ruhani bir çimentoyla temellendirildiğine inanıyordu. Roman üzerine yazan eleştirmenlerin hem fikir olduğu konu, Levin’in köylülerle ilişkisi, toprak reformu, çiftçilikte yaptığı değişimler, kadın hakları gibi çağdaş görüşleri Tolstoy’un yaşamı ve düşünceleriyle örtüştüğüdür. Hayatı boyunca o da Levin gibi bir çiftlikte yaşadı. Levin üzerinden bize aktardığı din, devlet, kölelik, aristokrasi, kapitalizm ve yaşam hakkındaki düşünceleri, Anna’nın ruh halinden ya da yaşadığı, günümüze kadar okurun ilgisini çeken bölümlerinden fazladır. Levin romanın birçok yerinde yaşamın anlamını sorgular, zamanla bu soruların bilgi ya da akılla cevaplanamayacağını, aradığı anlamın, varılacak bir nokta değil de gidilen bir yol olduğuna inanır, sorgulamayı bırakır ve hayata teslim olur.

Tolstoy romanda kocasını aldatan kadınlardan da söz ediyor. Ama onlar Anna gibi dışlanmaz, çünkü hepsi yaşadığı ilişkinin yasak olduğunu düşünen ve bunu gizleyen kadınlardır. Anna ilişkisinin yanlış olduğunu kabullenmiyor, doğruluğunu da iddia etmiyor, sadece yaşamak istiyor, duygularının el verdiği ölçüde yaşıyor ve toplumun dayattığı kuralları hiçe sayıyor. Vronsky ile yaşadığı ilişkiden dolayı ne kocasına ne çocuğuna, sadece yaşadığı hayatın katı ve bencil kurallarına ihanet ediyor. Vronsk’nin hovardalığı herkesçe bilinir, ama kimse onun evli bir kadını baştan çıkardığı, Anna’nın peşinde giderken evlilik kurumuna saygı duymadığı, boşanmanın zor olduğu o günlerde toplum ahlakını hiçe saydığı için yargılamaz, ayıplamaz. O yine davetlere katılır, rütbesi yükselir, eski hayatının bir benzerini yaşamaya, yine kadınların peşinde gitmeye devam eder, bütün bunları yaparken saygınlığına zarar gelmez. Anna Vronsky’le evlilik dışı yaşadığı yasak ilişkisinden dolayı dışlandığı sosyeteden, daha önce içinde bulunduğu çevreden uzaklaşmıyor, aksine, ben buradayım, diyor ve toplumsal değerler olarak adlandırılan katı otoriteye baş kaldırıyor.

Anna’yı güçlü kılan sadece başkaldırısı değil, yaşadığı hayatı savunması, inandığı gibi yaşaması. Öte yandan intihar ederek Tanrı’nın otoritesine de baş kaldıran modern zaman Lilith’idir. Lilith baş eğmediği için cennetten kovularak dünyaya, Tanrı’nın cehennemine gönderildi. Anna da büyük günahı işleyerek Tanrı’nın bir başka cehennemine alındı. Ama o da Lilith gibi Non Serviam (boyun eğmem), diyor ve en ufak bir pişmanlık duymadan inandığı yolda ilerliyor. Amacı intiharıyla geride kalanları cezalandırmak değil, sadece ait olmadığı bir çağdan, toplumdan ve sosyeteden kaçmaktı, dolayısıyla ahlak kurallarının aşkıyla çatışmasını umursamadı. Tolstoy, Anna’yı yargılamıyor, ama İncil’e göre davranmaktan da kendini alamıyor. Tanrı’nın, Öç benimdir, ben karşılık vereceğim, dediğini okura hatırlatıyor. Anna’yı Tanrı adına yargıladı ve öldürdü. Suçlanması, acınması gereken biri varsa, o da Anna’yı bir hastalık gibi kendinden uzak tutan ama hasta olduğunun farkında olmayan yüksek sosyetedir. Tolstoy sosyeteye karşı da acımasızdır, onları da bütün çirkinliğiyle ifşa etmektedir, ama onlar hayatlarına devam ediyor.

 

Anna’nın kuruntuları, Vronski’den beklentileri, onu intihara sürükleyen kaygıları yaşamını zorlaştırmaktadır. “Benim aşkım gittikçe daha tutkulu, daha ateşli olmaya başlıyor; onunkiyse günden güne sönüyor. O benim her şeyim, kendini tümüyle bana vermesini istiyorum… Oysa o benden git gide uzaklaşmak istiyor. İlişkimiz başlamadan önce birbirimizle karşılaşmak için ne heyecanlar duyardık; şimdi ise herkes bir yana gidiyor. Dayanılmaz derecede kıskanç olduğumu söylüyor ama bu gerçek değil, ben kıskanç değilim… çok mutsuzum,” diyor intihar etmeden önce. Tolstoy sanatında çağının çok ilerisinde, Joyce’dan önce kullandığı iç konuşmalarla okuru Anna’nın düşüncelerinde gezintiye çıkarıyor, bunu öylesine incelikli ve dahiyane yapıyor ki, okur Anna ile bütünleşiyor, intihar ettiği ânı takip ediyor ve öldükten sonra geride bıraktığı kırmızı çantasına bakarak ağlayabiliyor. Vronski’nin, Anna’nın ölümünden sonra gönüllü olarak savaşmak için cepheye gitmesi, aslında onun da bir nevi intiharı seçmesidir.

Anna’nın yaşamı, düşünceleri, hayata bakışı belki de bu gün kitabı okunur kılan en önemli nedenlerdendir. Levin’in toprak işçileriyle örtüşen huzurlu yaşamı, salt kafasını karıştıran ve hayatı sorgulayan yanı, Anna’nın tutkulu yaşamının gerisinde kalıyor. Romana adını veren, romanın gövdesini oluşturan baş karakterin intiharından sonra romanın devam etmesi, Anna’nın unutulması, onu yasak ilişkisinden dolayı yazarın cezalandırmasıdır. O güne ait ahlak kuralları, gelenek ve görenekler bu gün yok, ama Anna bütün ihtişamıyla, bütün gerçekliğiyle, canlı bir karakter olarak yaşıyor. Anna sadece bir roman karakteri değildir, hep yeni baştan yeniden üretilerek varlığını sinemada, tiyatroda ve müzikte devam ettiriyor. Moskova’da intihar ettiği tren istasyonu kime sorsanız size yerini gösterecektir. Tolstoy yarattığı karakterleri yargılamadan, okura, yarattığı yüzlerce karakterle empati kurdursa da bu romanda Anna’ya karşı tarafsız olduğu söylenemez. Hayalindeki kadının özgürleşmesine, o günün şartlarını göz önünde bulundurarak izin vermedi. Anna toplumun her dönem değişen ve doğruluğu tartışılan ahlak kurallarıyla girdiği savaşı, bu gün olduğu gibi, o gün de kazanmalıydı.

Tolstoy yazarken sıkıldığı, yer yer zorlandığı romanı bitirdiğinde, mürekkep hokkasının içinde vücudundan etler bıraktığını söylüyor. Belki de onu bu kadar zorlayan Anna’yı öldürmek zorunda kalmasıydı.

Karısı Sofya, “Eğer Tolstoy, kadınları yazdığı kadar iyi tanımış olsaydı, onunla çok mutlu bir hayatımız olurdu” , diyor güncesinde. Tolstoy’un anlaşılmayı bekleyen bir kadınla evliliği, bir ömür sürmesi, onun da evliliğinde mutlu olmadığını gösteriyor. Nitekim evden kaçıp bir demiryolu bekçisinin kulübesinde ölmeden önce, karısının görüşmek için yalvarmasına rağmen onu yanına kabul etmedi. Mutlu bir evliliğin geldiği nokta bu olmasa gerek.

Dostoyevski için Anna Karenina, “Çağımızın Avrupa edebiyatındaki benzerlerinden hiçbirisinin, kendisiyle boy ölçüşemeyeceği kadar kusursuz, mükemmel ve ölümsüz bir sanat eseridir.” Orhan Pamuk, Okuduğum en mükemmel, en kusursuz, en derin ve en zengin roman, diyor. En çok yabancı dile çevrilen kitaplardandır Anna Karenina. Time dergisinin yüz yirmi beş çağdaş yazar arasında yaptığı ankete göre dünyanın en iyi romanıdır.

Kaynak: Lev Tolstoy, Anna Karenina, Çeviren: Hasan Ali Ediz, Cem Yayınevi

(https://oggito.com, 24.10.2018)

 

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN