Post image
Ayfer Tunç ‘Kuru Kız’ı anlatıyor

Fotoğraf: CANAN AŞIK

Gamze AKDEMİR

Edebiyatımızın usta kalemlerinden Ayfer Tunç yeni romanı Kuru Kız (Can Yayınları) ile okuyucuları, işgüzar, çıkarcı, dedikoducu komşular, akrabalar ve beton dünyaların çakallarıyla çevrili acı tatlı hayatından kopup tam da boğucu pandemi ortamı sonrası gittiği Arjantin’in Ushuaia’sında capcanlı bir macera yaşayan orta yaşlarındaki kahramanı “kuru kız”la birlikte taşranın karanlığından alıp dünyanın bir ucuna götürüyor. Şimdilik daha ötesi yok.

Günümüz insanının çıkmazlarına metaforlaşan serüveniyle bir tamam gerçekçi ve yazarının ifadesiyle de mutlu sona azimli bir roman Kuru Kız.

Ayfer Tunç ile tüm zamanların mağdurları üzerine, yenilikçi, ezber bozan ve “Hulki Aktunç’a selam olsun. Gidenler dönmeyenler.” cümlesiyle bitirdiği yeni romanı Kuru Kız’ı konuştuk.

SIRA DIŞI BİR KARAKTER!

– “Dünya bir şaka olmalıdır?” Yaşamın kestirilemezliği bundan güzel ifade edilemezdi -genelde herkes kendi yaşamı için bunun çok ayırdına varamasa da-. O güne dek olduğu yere mıhlanmış acı tatlı yaşamında tam da o boğucu pandemi ortamı sonrası kendisini bir gayretle sürüklediği ta Arjantin’in Ushuaia’sında capcanlı bir macera yaşayan “kuru kız”ın dünyanın “şakalarına” yanıtı ne olmuştur?

Pandemi sırasında dünya bir süre için de olsa hepimize şaka gibi gelmedi mi? Gökyüzüne baktık, uçakların havalanmadığını, uçsuz bucaksız gökyüzünün bomboş olduğunu tahayyül etmeye çalıştık. Ben o günlerde dünyanın aslında çok küçük, aşırı küçük olduğu duygusuna kapıldım mesela, bütün dünyayla aynı anda aynı hisleri yaşıyordum çünkü.

Kuru kız için pandemi dünyanın bir yerinden aydınlanmaya başladığının işaretidir, yanıtı da az rastlanır bir cesarettir, toplumun kadınlara varoluşları için biçtiği rolün sırtına yüklediği ağır yükü indirip gitmek cesaretini göstermek. Bu büyük bir yanıttır, gittiği yer de anlamlıdır, indirdiği öyle ağır bir yüktür ki, soluğu dünyanın sonunda alır.

– Hayatını tersten yaşama ihtimali üzerine böylesine farklı bir kahraman merkezinde gelişen bir roman kurgulamaya nasıl karar verdiniz? Neden uzun, neden kuru bir kahraman kurgulamayı tercih ettiniz?

Bu romanın hareket noktasını bugünkü taşranın yok olan değerleri ve tüm değerlerin yerini dolduran açgözlülük oluşturdu. Betona tapan, bedelini defalarca depremlerle ödediği halde rant ihtirasından vazgeçmeyen taşra. Bunu dolaylı bir şekilde anlatmak istedim.

Bu hikayede karakterin sıra dışı bir yapısının olması gerekiyordu, fiziksel engeli olmayan, sırtındaki yükü taşıyabilen ama sıra dışı. Çünkü bizim gibi toplumlarda normalden sapma fazlasıyla dikkat çekicidir, farklı kişi açık veya gizli alay konusu olur.

‘YENİ ZAMAN İNSANLIĞIN ERDEMLERİNİ TÜM DÜNYADA -BİZDE İSE DAHA HIZLI-, TÖRPÜLÜYOR!

Merhametli insanlardan oluştuğuna inanan toplumumuz farklı olana karşı pek de merhamet göstermez aslında, ötekileştirir, dışlar. İsim takar mesela, en hafifi de hilkat garibesidir.

Merhamet duygusuyla ilişkisi de sorunludur, tıpkı iyi niyet, onur, cömertlik, dürüstlük, doğruculuk gibi içi başka dışı başka erdemlerdendir. Bu erdemlerin tümünden içten içe nefret edilir aslında, başkalarında gerçekten var olduğunu görmeye tahammül edilemez ama “gibi yapılması” alkışlanır.

Bizde insanlar işe yaradığı sürece merhametli, işe yaradığı sürece onurlu, dürüst, doğrucu veya cömerttir. Yaşadığımız bu yeni zaman insanlığın erdemlerini bütün dünyada törpülüyor aslında, bizde biraz daha hızlı törpülüyor.

Kuru kız eğer normal, eli yüzü düzgün bir genç kız olsaydı onu dünyanın sonuna götüren bu farkındalığı yaşamayacaktı. Öyle bir genç kızı çevre rahat bırakmaz çünkü. Eli yüzü düzgünse kadın olarak maldır, hele üstünde küçük de olsa bir mülk varsa mal olmakla kalmaz, av haline gelir.

Kuru kız eli yüzü düzgün olmadığı halde kardeşi ölüp yalnız kalınca aşırı kolay av olarak görülüyor. Bu av sanılma haline yanıtı da akıl oluyor.

 

– Şartlarla, yaşamla nasıl baş ediyor ve edemiyor? Kendisini “normal” hissettiği anlara burada da bir yakın plan yaparsanız neler söylersiniz?

Sonunda dünyanın sonuna gidebildiğine göre kafasına koyduğunu yaptığını, bütün şartlarla baş ettiğini düşünebiliriz. Baş etmenin yolunun aptal görünmekten geçtiğini çok küçük yaşta fark ediyor.

Özellikle taşrada, hayatın neredeyse kolektif yaşandığı toplumlarda kadınların akıllı olmaları öfke sebebidir, rahatsızlık vericidir. Akıllı kadın soru soracağı, baş eğdirmek zor olacağı için daha fazla baskıya maruz kalır.

Baskıcı toplumların baskıcı kanaat önderleri kız çocukların okutulmasını, eğitim görmesini bu nedenle istemezler, ancak aptallar yönetilir çünkü.

Kuru kız kendini normal hissediyor, ama yaşadığı çevrenin öyle görmediğini biliyor, dolayısıyla hep tetikte, aklını kullanarak yaşıyor, akılca durgun sıfatının üstüne yapışması işine geliyor. Yaşadığı şehirdekilerin tümünden daha fazla dünyayla ilişki halinde. İnternet onun için müthiş bir kaynak. İnternetin içinde, bir tür sanal dünyada yaşıyor.

‘MUTLU SONA AZİMLİ BİR ROMAN!’

– Estetiğe ilişkin vurgulardan biri de onunla evlenmek isteyen obez balıkçı Miguel. İçi adım adım ısınan, hayattan keyif almaya başlayan bir kadın, kadınlık yaşıyor uzun bir süre sonra. Mutlu sona azimli bir roman değil ama hayatın içindeki asgari de olsa o umut ışıklarını da ıskalamıyorsunuz.

Bence mutlu sona azimli bir roman. Hayatını tersten yaşamak vurgusu bunu amaçlıyor. İlk kırk yıl hasta anne babaya bakmak gibi hayatın en ağır yükü çocuk sırtına bindirilerek yaşamış, varsa bir kırk yıl daha ömrü onu el üstünde tutularak, sevilerek geçirmek isteyen bir kadının romanı.

Hayatının Ushuaia’daki devamını düşünürsek Miguel’le evlendiğini, çocuk sahibi olduğunu, kavgacı ama tatlı iki görümcesiyle dedikodu yaparak, kocasıyla ara sıra kavga ederek ama severek sevilerek ve mutlu olarak, normal ve şanslı insanlar gibi yaşadığını hayal edebiliriz.

Bir okurum kuru kızın Ushuaia’daki hayatını daha çok okumak istediğini söyledi. Devam romanı yazar mıyım diye sordu. Yazacak bir şey yok ki, bu kadar işte, bir cümle.

Mutluluk anlatısı en klişe, en sıradan metinlerdir, romantizmle süslenmeye çalışılır, mutluluk anlardan oluşur ve yaşayana ait bir histir. Mutlu sonla biten romanlar bizi de mutlu eder ama okumayı sevdiğimiz şey o mutlu sona ulaşma sürecidir.

– Uzun yıllardır öksüz ve yetim… Nasıl bir aile duygusu, özlemi, yoksunluğu el atıyor hayattaki reflekslerine?

Kuru kız on yaşına gelene kadar geçim sıkıntısı çekseler de mutlu bir aile var ortada. Erkek çocuklarını kayırıyor olsalar da kuru kız için hayat ağır bir yük değil. Acı süreç annesinin hastalanması, bakımının on yaşındaki omuzlarının üzerine çökmesiyle başlıyor. Dolayısıyla mutlu aile hakkında bir fikri var.

Annesinin ölümünden sonra çok kısa bir süre yaşadıkları yasa rağmen mutlu oluyor. Kardeşi için puding yapıyor mesela, babası artık sırf kemik almasına gerek kalmadığını, yemekleri etli yapabileceğini söylüyor.

Ama bu kısacık, görece mutlu süreç çok acı bir olayla kesintiye uğruyor ve kuru kız için hayatın öncekinden daha acı bir safhası başlıyor.

Onun için mutlu aile geçmişte yaşandığından bile emin olamadığı bir hayal. Ancak dünyanın sonuna gittikten sonra mutlu aile hayali kurabiliyor.

‘BÜTÜN TÜRKİYE TOKİ OLDU!’

– Müstakil evleri kutu gibi… Bahçeli… Ve komşular… Ah o komşular… Çevreyi ve çehreyi dolduran küçük, kâgir evler ve insancıklar… Nasıl metaforlaşıyor romanda?

İnsanlar değerlerini bir anda kaybedebilirler, bir gün başlarına bir şey gelir, çok acı bir ders alırlar ve iyi insan olmaktan vazgeçebilirler. Bir günde değişen insanlara rastlarız.

Ama toplumların erdem kayıpları bir günde olmaz, süreç içinde yaşanır. Biz 12 Eylül’den beri giderek hızlanan bir şekilde erdem kayıpları yaşayan bir toplumuz.

Kuru Kız’da bunu karakteri çevreleyen bir unsur, evlerinin etrafını giderek hızlanan bir şekilde saran yüksek apartmanlar metaforuyla kullandım. Bugün bütün Türkiye, TOKİ oldu. Taşra şehirlerini birbirinden ayıran hiçbir özellik yok artık, taşra şehirlerinin tamamını bir ve aynı kılan bir yapılaşma var.

‘NEREDEYSE HER APARTMANDA EN AZ BİR KİŞİ DEPREM KORKUSUNU KÖRÜKLEYEREK RANT PEŞİNDE!’

– Arsalarına göz dikenleri, genellikle kötücül olduklarını duyumsadığı ve deneyimlediği işgüzar, çıkarcı, dedikoducu komşuları, akrabaları ve derken yaşamlarına girecek bet sıfatlı, berbat giyimli, horozlanarak yürüyen, su testisiyken su yolunda kırılacak o müteahhidi, partili, eski il başkanı müteahhidi o beton dünyaların çakallığını romandaki bağlamını mutlaka ve ayrıca sormalı. Ve kuru kızın bu çemberde hayatta kalabilmek için bulduğu çareleri?

Her ne kadar çirkin bir kızın hayat serüveni gibi görünse de en başta söylediğim açgözlülük bu romanın ana zeminidir. Açgözlülük boşuna yedi ölümcül günahtan biri değildir.

Kutsal kitaplar açgözlü toplumların yok oluşa gittiğini anlatan kıssadan hisseli hikayelerle doludur. Ama insanoğlu açgözlüdür, bulaşıcıdır, insandan insana geçer ve sonunda bütün topluma yayılır. Açgözlülük mantar sporu gibidir, uyur, uygun ortam bulduğunda hemen canlanır.

Yaşadığımız son depremden sonra, İstanbul’da oturduğu apartmanda, binalarını yıkıp kentsel dönüşüme sokarak rant elde etmek isteyen bir komşusu olmayan var mı? Neredeyse her apartmanda en az bir kişi deprem korkusunu körükleyerek rant peşinde koşuyor.

Kuru kızın bu çemberde bulduğu çare akıllı olduğunu hissettirmemek, amacına ulaşana kadar sessiz ve deriden gitmek, dikkat çekmeden yaşamak.

– İnsanlara, çevresine karşı düşünceleri herkesin ne çok yalan söylediği yönünde kuru kızın.

Öyle çünkü, biz yalancı bir toplumuz. Ben 35 yıldır yazıyorum, 35 yıl önce yazdıklarımda da yalancı ve ikiyüzlü bir toplum olduğumuz vurgusu vardı, hala var.

Yalan bizde suç değildir, ortaya çıkması suçtur. Yalan sürtüşmeyi azaltmak, sorunu ertelemek için kullanılan bir araçtır. Ancak acı olan şu ki bütün dünya yalanın egemenliğinde yaşamaya başladı artık.

İçinde bulunduğumuz yeni zaman Post truth kavramıyla tanımlanıyor. Hakikat sonrası diye çeviriyoruz ama özünde yalanın gerçeğin yerine geçtiği, yalanla gerçeğin ayırt edilemediği bir zamanı kastediyoruz.

– Kuru kızı ne düşlerdi eskiden? Sonra – Aptal rolü yapmaktan ne zaman vazgeçti ve tanrısıyla hangi konuda anlaşamıyordu?

Ne düşlerdi eskiden bilmiyoruz. Okur istediği düşleri kuru kıza yakıştırabilir. Kardeşinin ölümünden sonra mülküne el koyulacak bir av haline geldiğini çok çabuk fark etti ve yine aptal rolü yapmaya devam etti, ta ki dünyanın ucuna gitmek için yola çıkana kadar.

Tanrısı iyicil bir tanrı, insanların kötülüklerine gerekçe bulmaya çalışıyor, bu konuda anlaşamıyorlar tanrısıyla.

‘YENİ KUŞAKLAR İNSAN OLMAK İSTİYORLARSA EĞER HULKİ AKTUNÇ OKUMALILAR!’

– “Hulki Aktunç’a selam olsun. Gidenler dönmeyenler.” cümlesiyle bitiriyorsunuz romanınızı. Kuru kız Hulki Aktunç’u çok sevdi, en çok neden?

Çünkü bir: Kitabının adında hayatının amacını buldu, gitmek ve dönmemek. İki: Tesadüfen rastladığı Hulki Aktunç’tan başka kimseyi bilmiyordu zaten. Hulki Aktunç’a selam olsun, çünkü Aktunç Türk edebiyatının kıymeti yeterince bilinmeyen en iyi birkaç isminden biridir.

Yeni kuşaklar insan olmak istiyorlarsa eğer Hulki Aktunç okumalılar, Vüs’at O. Bener, Leyla Erbil, Ferit Edgü, Onat Kutlar, Feyyaz Kayacan okumalılar. Müfredata girmeyen yazarları bulup okumalılar.

Ben insanın özünün kötü olduğuna ama varlığını sürdürebilmek için kötücül özünü iyilikle değiştirmesi gerektiğini bildiğine inanıyorum. İnsanlık bu nedenle 20.yüzyılda dünya iki büyük savaş yaşadı. Bu nedenle belirli aralıklarla düştüğü kötülük batağından iyilikle çıkmaya çalışıyor.

İnsanoğlu kötülükten ders alıyor ama sonra dersini unutuyor. Cemal Süreya’nın bir dizesiyle bitirerek söz sanatlarının anası olan şiire de bir selam vermek isterim. “Sözgelimi okul kitaplarına girmez şiirim/ Bütün çocuklar anlar da.”

Kuru Kız / Ayfer Tunç / Can Yayınları / 216 s. / 2023.

(Cumhuriyet Kitap, 04.05.2023)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN