Post image
Bir sıcak 12 Eylül romanı

 

Salim ÇETİN

12 Eylül 1980 darbesinin Ankara’yı ve elbette Türkiye’ yi nasıl bir karanlığa mahkûm ettiğini biliyoruz.

Bu karanlıktan en çok nasibini alanların da örgütlü yapılanmalar içinde yer alan ülkenin daha adil ve adaletli olması yönünde çaba sarf eden milyonlarca yurtsever olduğu da gene başka bilinen bir gerçek. Bu dönem işkencenin her türlüsüne tanık olduk. DAL denen ‘araştırma’ laboratuvarı bilimi araştıracağına, nasıl insanları avlarız, üzerinden müthiş ‘başarılara’ imza atıyordu.

Buralara düşenlerin günlerce işkencelere tabii tutulduğu saklanmadı bile.

O yıllarda Ankara’da öğretmen olarak çalışan biri olarak bu ‘sürek avı’nın ne demek olduğunu iliklerine kadar yaşamış olanlardanım. Tıpkı Hitler Almanyasında olduğu gibi işyeri basmalar, adreslere baskınlar, pusu kurup takip etmeler sıradan işlerdi.

İşte Rüştü Apaydın bu dönemi anlatıyor ‘Gündüz Karanlığında.’ Yer Ankara, Apaydın öğretmen ama TKP’de siyasi çalışmalar yapmış. Şiddete bulaşmamış, tamamen barışçı bir yöntemin savunucusu, eşitliği, adaleti savunmuş… Ancak darbeyi yapanların gözünde bu amaçları savunanlar düşmandır ve Türkiye’yi yıkmak istemektedirler. O halde bunlara karşı, düşman hukuku kuralları uygulanmalıdır.

Gerekirse onları yok etmek, işkencelerde süründürmek, hapislerde çürütmek caizdir. Onlar da öyle yaptı; bütün örgütlü güçleri ülkenin düşmanı gibi gösterdi, mahkemeler bu insanlara hapisler, idamlar biçti. Altı yüz bin insan bu tezgâhtan geçirildi. Birçoğu bu sözde cezaları çekmek zorunda kaldı, hapsi göze almayanların bir bölümü türlü eziyetlerle yurtdışına kaçtı ya da polise yakalanmamak için kaçak duruma düştü. Nice acılar, dramlar yaşandı. İktidarda olanlar, erkin başında olanlar ise dönemin tadını çıkardı. Her zaman olduğu gibi ekonominin, işsizliğin, anarşinin bedelini aydınlara, emekçilere, ilerici öğretmenlere, doktorlara, avukatlara, mühendislere ve sendikacılara kesmiş olmanın rahatlığıyla davrandılar. 2019’a geldik. Ne yazık ki yaşananlardan ders çıkarmamış olanlara duyduğumuz öfkenin hıncıyla yaşamımızı sürdürüyoruz. Demokrasiyi, çağdaşlığı, emeği, üretimi göz önünde tutmayan bir anlayış bugün de sürüp gidiyor.

BİR KAÇAĞIN ÖYKÜSÜ

Kitaba dönecek olursak Cevizlibahçe Yayınları’ndan çıkan ‘Gündüz Karanlığında’ darbenin hemen ardından başlayan bir ilerici öğretmenin aranma ve saklanma öyküsü. Kitap, 13 Eylül günü bir grup askerin Ruşen Tan’ın evini basmasıyla başlıyor. Öğretmen Ruşen, o sırada darbeyi haber aldığı için yan apartmanda, başka bir öğretmen arkadaşının evindedir. Eşiyle oğlu Emre evdedir, dolayısıyla askerler Ruşen öğretmeni bulamadan dönerler. Ama tekrar gelecekleri bellidir. Aynı apartmanın alt katında daha sonra öldürülecek olan İlhan Erdost ve kardeşi Muzaffer Erdost da oturmaktadır. Bu iki yurtsever kardeş darbe güçlerinden kaçmayı, saklanmayı gerekli görmez. Bir hafta sonra aynı apartman katındaki evlerinden sorguya götürülür tıpkı 1933 faşist Almanyasında olduğu gibi ve İlhan Erdost sorgu sırasında bindirildikleri araba içinde askerlerce öldürülür. İşte Ruşen Tan’ın kitabının başlangıcı budur.

Esasında anlatılan binlerce insanın yaşadığı bir gerçektir. Faşist cuntanın aradığı binlerce insan bir şekilde polise yakalanmamak için kaçmaktadır. Kitap da bu gerçekliği anlatıyor, burada şu sorulabilir, ‘Peki gerçek olaylar, hiç kurgulanmadan roman olabilir mi?’ Bu noktada Hilmi Yavuz Usta’nın saptamasına başvurabiliriz: “…Sanatla gerçeklik arasındaki bağıntı iki ayrı düzlemde ele alınır. Biri sanatın (…) dış gerçekliği doğrudan yansıttığıdır. Buna ‘Yansıtma Kuramı’ deniyor.” Bu saptama bize Rüştü Apaydın’ın kitaptaki gerçeklikle sanat arasındaki bağı doğru kurduğunu işaret ediyor.

Cuntadan kaçan ve yakalanmamak için arkadaşlarında, başka kentlerde kalan bir kaçağın yaşadığı gerçeklik var karşımızda. Bu serüven kitapta bir roman tadında verilmiş ama bir günlük biçiminde de yazılabilir miydi? Sanırım yazılabilirdi. Günlükte belge niteliği öne çıkardı, şimdi ise kurgulanmış bir roman tadı var. Bence Rüştü Apaydın’ın başarısı burada.

DAYANIŞMANIN GÜZELLİĞİ

Kitabı elinize aldığınızda bir dönemi, örgütlü yapılar içinde yer almış insanların ruh hallerini, müthiş dayanışma duygusunu adım adım görebiliyorsunuz. Ruşen’ in ilk kaçaklık günlerinde misafir olduğu ev 1977 1 Mayıs’ında öldürülen Bayram Çıtak’ın evidir ve Bayram’ın eşi Selver Çıtak bu kaçağa kol kanat gerer.

Daha sonra onlarca TÖB-DER’li öğretmen Ruşen’i evinde saklar. Bu sıradan bir misafirlik değildir, yakalandığında ucunda hapis olan bir eylemi göze almadır. Dolayısıyla olağanüstü bir dayanışma duygusu, ‘Gündüz Karanlığında’ kitabının arka fonunda okuyucuyu bekliyor. Bu dayanışmanın içinde Hamit, Nursel, Veli, Celil gibi daha onlarca isim var. Anladığım kadarıyla bu dayanışma ağı içinde olanların çoğunun da adı değiştirilmiş. Ne olur ne olmaz, başlarına bir şey gelmesin diye.

Bir kaçağın yaşadıkları ne de güzel resmedilmiş, hem polise yakalanmamak için haftada bir değiştirilen adresler, İstanbul, Datça, Bodrum, Konya gibi farklı kentlere gidişler, hem de bu arada bir arkadaşıyla manavlık yaparak evin geçimine katkı sağlamak… Ruşen, her an yakalanma, işkenceye maruz kalma duygusunu yaşasa da asla yılgınlığa düşmüyor. En yakınındaki Celil yoldaşı yakalanıyor, 43 gün DAL’da işkence ediliyor, Mamak’tan çıkan birinin ağzından Celil’in yaşadıkları kitaba giriyor. Celil, eşi ve çocuğu aynı odadayken işkenceye alınıyor.

Rüştü Apaydın ‘Gündüz Karanlığında’ kitabıyla bir döneme ayna tutuyor. Ruşen Tan üzerinden 12 Eylül’ü, dönemi, insanları onların yaşadıkları yazıya dökülüyor. Yer yer mizaha başvuran, bütün o karabasan içinde insanı gülümseten, umudu tüketmeyen bir kitap ‘Gündüz Karanlığında.’

(Birgün Kitap, 15 Mart-4 Nisan 2019)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN