Ümran AVCI
Sibel K. Türker, “Cennette Gibiyim” adlı kitabıyla ikinci kez Duygu Asena Roman Ödülü‘nü kazandı. Kitabında annesi babası tarafından öldürülen Temenni’nin hikâyesini anlatan Türker: “Kadının hâlâ adı yok, ama şimdi kadının yaşamı da yok. Hayattan koparılan kadınların ülkesi olduk maalesef. Bu bir utançtır künyemizde. Oysa kadınlar insanca, hakça, eşit olarak onurlu bir hayat sürmekten başka bir şey istemiyorlar. Bu bile reva görülmüyor bizlere ne yazık ki” diyor.
Sibel K. Türker, “Cennette Gibiyim” adlı romanıyla “Duygu Asena Roman Ödülü”nün sahibi oldu. Ödülünü de geçen perşembe günü aldı. Yazar kitabında ‘bir kurbanla bir katilin kızı’ olan Temenni’nin hikâyesi üzerinden kadın cinayetlerine yönelik bir anlatı sunuyor. Temenni, 14 yaşındayken annesinin babası tarafından öldürülmesine tanıklık eder. Bu tanıklığı polise yaptığı ihbarla resmileştirir. Annenin, güzel bir yaşam sürmesi dileğiyle adını koyduğu Temenni’nin payına öldürülme korkusuyla sarmalanmış bir hayat düşer. ‘Hayatın uykusuzu, gecenin uyurgezeri’ hâline gelir.
■ “Hayatı Sevme Hastalığı” kitabınız 2013 yılında Duygu Asena Roman Ödülü’nü almıştı. Aynı ödülü ikinci kez aldınız. Hem Duygu Asena hem de geçen sürede yaşananların değişmemesi üzerine neler söylersiniz?
Evet. Başlangıçta ödüle katılmak istemedim. Katılmayı düşünmeme sebebim zaten 12 yıl önce ödül almış olmamdı, açgözlülükten nefret ederim, başka yazarlara, genç kadınlara şans verilsin istedim. Yayın yönetmenim Bilal Acarözmen çok ısrar etti. Ancak sonuçta katıldık ve beklentisiz olmama karşın ikinci kez kucakladım ödülü. Elbette ki onur duydum, gönendim. Türkiye’deki kadın hareketinde Duygu Asena önemli ve değerli bir figür. Yazdıklarıyla, fikirleriyle, yaşamını kadın hakları konusundaki gelişmeye adamış bir öncü kadın. Ben onun samimiyetini, konuya adanmışlığını bir kısa sohbet esnasında bile fark edebildim. Türkiye çok az yol alan bir ülke maalesef. Duygu Asena’yı kaybedeli neredeyse 20 yıl olacak. Ve son 20 yılda kadın cinayetleri sayısındaki inanılmaz artış yaşasaydı onu çok üzecekti, eminim. Kadının hâlâ adı yok ama şimdi kadının yaşamı da yok. Hayattan koparılan kadınların ülkesi olduk maalesef. Bu bir utançtır künyemizde. Oysa kadınlar insanca, hakça, eşit olarak onurlu bir hayat sürmekten başka bir şey istemiyorlar. Bu bile reva görülmüyor bizlere ne yazık ki.
■ “Keşke küçücük bir çocukken ölebilseydim, cennetimi yanımda götürürdüm” diye başlıyor roman. Kadınların ruhları erken mi ihtiyarlıyor?
Ataerkil toplum tüm hoyratlığını kadının üzerinde acımasızca kullanıyor. Bunu açık seçik görebiliyoruz. Bıyık yoğun bir mecliste bıyıklılar oturmuş, kadının hakları üzerine ahkam kesip yasalar çıkarıyorlar. Kadının potansiyelini kullanmasını istemiyorlar, dış dünyadan sakınıp evliliklerin, ağır işlerin, çocuk bakımının deli gömleği gibi dünyasına hapsetmek istiyorlar. 30-40 yıl boyunca temizlik, çocuk bakımı, yemek işlerini üzerine yıktıkları kadınlar yaşlanınca zaten ıskartaya çıkmış oluyor. Tüm bu hizmetleri karşılığı emekliliğe mi hak kazanıyorlar? Hangi iş yerinde 30 yıl bilâbedel çalıştırılabilirsiniz ki? Bu bir kölelik düzeni. Sözüm ona kadınlar güvenlik adına bir erkeğe tüm hayatlarını teslim ediyorlar. Ayrılmak istediklerinde de fena cezalandırılıyorlar, şiddet, tehdit, yıldırma ve elbette öldürülme. Böyle bir düzen olabilir mi?
■ Ödül üzerine yaptığınız açıklamada kız kardeşçe bir edebiyattır dediniz…
Artık dayanışmayı öğrenmeliyiz diye düşünüyorum. Bu bilince varmak bu yüzyılda çok zor olmamalı. Kadınlar zaten birbirini sevmez, kuyusunu kazarlar gibi bir bakış hâkim ülkemizde. Bu belki böyledir. Ancak böyle olmasının sebebi yine ataerkil düzendir. Güzellik, gençlik, zekâ, başarı gibi birtakım kavramlar atılıyor ortaya, kadınlar da gladyatörler gibi dövüştürülüyorlar. Rekabet ve mutsuzluk içine çekiliyorlar. Komşusu kadar hamarat olmayan hamaratı kıskanıyor mesela. Uyumlu olamayan, uyumlu ve mutlu bir evliliği olanı kıskanıyor. 20 yıllık evliliğin üzerine “sen yaşlandın, köşene çekil” diyen erkek daha genç bir kadını eve getirebiliyor. Nedense erkekler hiç yaşlanmıyor. Güçlerini dinsel ve geleneksel yapılardan alıyorlar. Karşımızdaki örgütlü erkek sistemine karşı kadınlara tek önerebileceğimiz şey kız kardeşlik bilinci olmalı. Temel dersimiz bu olmalı. Her kadın kendi değerinin ve biricikliğinin farkında olmalı, hayata sıkıca tutunmalı.
‘Temel dersimiz kız kardeşlik bilinci olmalı’
■ Bizde ölünün arkasından konuşulmaz ama öldürülen kadınların ardından görülen duruşmalarda tam tersi bir durum söz konusu… Temenni’nin teyzesinin sarf ettiği, “Bir ölüyü suçlamak kolaydı” sözü tam da bu durum için söylemiş gibi…
Tabii, kadınlar öldürülmekle kalmıyor bir de üstüne suçlanıyorlar. Şöyle dedi, böyle yaptı, kısa giydi, işe girdi, erkeklerle görüştü, sözümü dinlemedi. Bu utanmazlıkta sanırım son nokta. Katil erkeklerin savunmalarına şöyle bir bakmak yeter. Haksız tahrike sokmak istiyorlar yapıp ettiklerini. Ben canavarım, deliyim, caniyim diyeceklerine bir de ölmüş kadını suçluyorlar. Biliyorsunuz iki, üç kez eşlerini öldürmüş, içeriye girmiş çıkmış, yeniden evlenmiş ve yeniden öldürmüş erkekler var bu ülkede. Bu savunmalarla da toplumun genel ahlak yapısına oynuyorlar. Yani, “bakın namussuzdu cezasını kestim, siz olsaydınız yapmaz mıydınız?”a getiriyorlar işi. Görünmez bir jüriye savunma veriyorlar sanki. Bu jüri ise üyeleri aynı kodlarla düşünen erkek ve kadınlardan oluşan koca bir toplumdur.
(Milliyet Kültür Sanat, 20.07.2025)



Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN