Post image
Hikâyesi olmayan dirilerden korkun

680948

ALTAY ÖKTEM

Uzun yıllardır edebiyatımızın en büyük sorunu, üzerine serpilen ölü toprağını silkip atamamasıydı. Ölü toprağı derken, bir hareketlilik olmadığını, çok vasat ürünler verildiğini mi kastediyorum? Elbette hayır! Bir çırpıda, gerek dil gerek kurgu açısından gerçekten zirve yapan, klasik tabirle elimizden bırakamadan okuduğumuz onlarca roman sayabilirim. Kastettiğim, dili çok kıvrak kullansa, kurguda inanılmaz bir zenginlik yaratsa, gerçekliğe farklı açılardan yaklaşsa, hatta fantastiğin sınırlarını zorlasa, zorlamakla kalmayıp aşsa bile, okuru alıştığı roman kalıplarının dışına çıkaran, sınırlarını altüst eden kaç roman sayabiliriz?

Yanlış anlaşılmaması için tekrar etmek istiyorum: Elbette Selim İleri ile Hakan Günday’ın, Hakan Bıçakçı ile Orhan Pamuk’un aynı tarz bir dil ve kurgu oluşturduklarını, hayata aynı yerden ve aynı açıdan baktıklarını söylemiyorum. Çok geniş bir açıdan ve çok farklı yerlerden yakalıyorlar hayatı ve derinlemesine giriyorlar o yerlerden içeri. Söylemek istediğim, arkasını dönüp, bugüne kadar kimsenin bakmadığı “ters” bir açıdan hayata bakan, oradaki gerçekliği dile dönüştüren kaç romanla karşılaştık son yıllarda!

Bu açıdan beni etkileyen iki romandan söz edebilirim! İlki, geçen yıl yayımlanan, Aytaç Ars‘ın ilk romanı Sekizinci Seksek, ikincisi de Esen Kitap tarafından yayımlanan Üstüngel Arı‘nin ilk romanı; Hikâyesi Olan Ölüler.

Hikâyesi Olan Ölüler, konusu, roman kişileri, kurgusundaki, dilindeki gündelik hayatla örtüşme ve sahicilik özellikleriyle dört dörtlük bir yeraltı edebiyatı eseri olarak kabul edilebilir. Buna rağmen, böyle bir iddia ile kaleme alınmadığı da hemen belli oluyor. Yani Üstüngel Arı bir yeraltı edebiyatı ürünü yaratayım diye kendini zorlamamış, yukarıda saydığım nedenler dolayısıyla roman kendiliğinden bu türe yakışır hale gelmiş. Çünkü Hikâyesi Olan Ölüler aşka, ayrılığa, tecavüze, cinayete, sevgiye, nefrete; bunların hiçbirine ayrı ve alışılmadık bir yorum getirmiyor. Sadece, sürekli gözümüzün önünde olduğu halde görmemek için direndiğimiz, görmediğimiz taktirde sıradan yaşantımıza devam edebileceğimizi sandığımız gerçekleri, yani kendi hayatımızı, hayatlarımızı yüzümüze vuruyor. O yüzden, yeraltı edebiyatının en önemli özelliklerinden biri olan “yüzleştirme” özelliğini çok ustaca kullanıyor.

Roman kişilerinin çoğu bir şekilde ölüyor, yani romanda gerçekten de epey ölü var ve her ölünün de kendine özgü bir hikâyesi var. Romanın asıl kahramanı (aslında anti-kahramanı demek daha doğru) bütün ölülerin hikâyesine şahit olduğu için, sadece şahit de değil, bütün hikâyelerin içinde, hatta merkezinde yer aldığı için, aslında hepsinden fazla hikâyeye sahip. Yani hikâyesi olan ölülerin yanında, (şimdilik) ölü olmayan ama hepsinin hikâyesine birinci elden hâkim olduğu için hepsinden fazla hikâyesi olan bir anlatıcı var. Biz bu satırları yazdığımız sırada onun da ölmüş olması muhtemel! Yani romanın kapağını kapattığımız anda, böyle bir hisse kapılıyoruz. Çünkü anlatıcının yaşadığı hayat, buna müsait.

Yaşadığımız, ama yaşamıyormuş gibi yaptığımız hayatı, bütün kirliliğiyle yüzümüze vurması, zaten yeraltı edebiyatının en önemli özelliklerinden biri değil miydi? Romanda geçen “Bazı meslekler adi suç kategorisine girebilir, tıpkı bazı adi suçların meslek kategorisine girebildikleri gibi” tespiti beni bu yüzden oldukça etkiledi. Sizi de etkiliyorsa, baştan söyleyeyim, bu roman sizi rahatlatmaz, rahatsız eder. Kendinizle yüzleşmenize neden olur. O yüzden tedirginliğe hazırlıklı olun.

Hikâyesi Olan Ölüler, gerçekten de bir solukta, zevkle okunan, ama okunduktan sonra da etkisi sabun köpüğü gibi kaybolmayan, insanı sarsan bir roman. Hepsinden önemlisi, yeni bir yazarın doğuşunu bize muştulayan, bundan sonra yazacaklarını merak ettiren bir ilk roman. Daha ne olsun!

Hikayesi Olan Ölüler

Üstüngel Arı

Esen Kitap, 2014

148 sayfa, 15 TL.

(Hürriyet Radikal Kitap, 06.02.2015)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN