Post image
İnsan sevdiğine bunu yapar mı?

Acilarin-Kadini-Bergen_22204_1411804740

Eray Aytimur

“(…) Tam o anda, nereden çıktığını anlamadığı o adamı fark etti. Birkaç saniye sürdü her şey. Adam elindeki kovayı Belgin’e doğru savurdu. Önce bir sıcaklık hissetti Belgin yüzünde, vücudunda. Sendeledi. Annesinin çığlığını duydu o anda. Sonra adamın koşarak kaçarken sokakta yankılanan ayak sesleri geldi kulağına belli belirsiz. Ve hâlâ çalışan taksinin motor gürültüsü… Bedenindeki sıcaklık her saniye giderek artıyor, kovanın içinden üzerine saçılan sıvının değdiği her yer cayır cayır yanıyordu. Çantasını elinden düşürdü. Ardından yere yıkıldı Belgin. Avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Canı yanıyordu. Hem de çok yanıyordu. Daha önce hiç yaşamadığı bir acı bütün bedenini kaplamıştı bir anda. En çok da gözleri, yüzü alevler içinde kalmış gibiydi… Gözlerini açamıyordu. (…)”

Memleket basını ve dolayısıyla bizler için, ilk olarak, yukarıdaki sahneyle ilgi uyandırmış bir öykü… Öykünün kahramanı için ise “Allah’ım ya onu kavuştur bana ya da bir an önce al kollarına” cümlesinde ana fikrini bulmuş bir aşktan ibaretti yaşamın kendisi. İçinden somut ve soyut anlamlarda bolca yangın, bir de o yangınlarda harlanmış deste deste şarkı geçen bir yaşam… Bergen’den söz ediyorum. “İnsan sevdiğine bunu yapar mı?” sorusunu defalarca sorup sorgulatan Bergen’den. Hiçbir zaman unutulduğunu sanmıyorum ya, bu aralar tazelenen anısıyla gözümüzün ta en bebeğine yine acıyla bakıyor Bergen.

Çünkü müzik yazarı Yavuz Hakan Tok, ’80’lerde pik yapmış arabesk piyasasında, malum ve melun kezzap vakasına rağmen esas şöhretini 1986’da yayınladığı “Acıların Kadını” plağına borçlanmış Bergen’in yaşamını, “Acıların Kadını Bergen” kitabında ölümsüzleştirdi. İçeriği aslında hepimiz biliyoruz. Fakat kitap elimize geçtiği andan itibaren bildiğimizle okuduğumuz arasındaki ayrımı yazarın anlatımı sayesinde yapıyoruz.

bergen 2

Biyografiden romana

Yavuz Hakan Tok aslında bir biyografi yazmak üzere yola koyulmamış. Yaşar Plak’ın yeniden bastığı Bergen plağını dinleyip üzerine kısa bir biyografi yazmaya niyetlenerek internette araştırma yaparken o günün Bergen’in ölüm yıl dönümü olması nedeniyle canevinden vurulmuş. Arayıp taramaya başlamış. Bergen’in yaşamıyla ilgili yıllar içinde topladığı bilgi ve belgelerin doğruluğunun sağlamasını yapmak kimi zaman mümkün olmadığından ve kimi yerde neden sonuç ilişkilerine yanıtlar bulamadığından kahramanın yerine kendisini koyarak olayları kurcalama yoluna gitmiş. Kurguyu üzerine alınca da biyografi yerine roman olarak yazmaya karar vermiş.

İsabet olmuş. Böyle olmasa, kitabın önsözünde yeğeni Esra Zorlular’ın dediği gibi, Bergen’in dileği, hissetmiş gibi, gerçekleşmeyecekti. Oysa şimdi “Bir gün ve hayatımı roman yapın”, dileği gerçek oldu. Yeri gelmişken; Esra Zorlular ile Bergen’in ilişkisi sıradan bir teyze yeğen ilişkisi değil. Aralarında çok güçlü bir bağ varmış. Dolayısıyla, Bergen’in belki yaşayamadığı çocukluğu, belki de çocuk hasretini giderdiği yeğeni bu romanın ortaya çıkış sürecinde yazara doğru bilgi akışını sağlayan en önemli kaynak olmuş.

BERGEN6İçten ve abartısız – “Acıların Kadını Bergen” 1976’da Ankara’dan başlayıp 1989’da Mersin’de sona eren, birer yıllık zaman dilimleri ve şehirler halinde ayrılmış bölümlerden oluşuyor. Bergen’in yaşamının seyrine paralel olarak epey bir şehri ziyaret ediyor, isimleri çağrışımlarla modifiye edilmiş sayısız karakter tanıyoruz. Bu arada, “Acıların Kadını Bergen”i okurken sadece Bergen’in öyküsüne ortak olmuyorsunuz. ’80’lerin, yaşamın her alanına yayılmış arabesk “estetiği” ile suçun ve suçlunun hem bireysel hem toplumsal düzeyde önce örtbas edilip sonra da kolaylıkla meşrulaştırıldığı ortamı bir kez daha görme fırsatı buluyorsunuz. İnsan ilişkilerinde tam bir Özal kuşağı ortalaması izliyorsunuz. Kadın olmanın cezasız bırakılmadığı bir toplumun yaklaşık on yılı kapsayan pratiklerine tanıklık ediyorsunuz. Uzun sözün kısası güzel, sahneye çıkan, âşık olan ve olunan kadının cezasız bırakılmaması gerektiğine dair günümüzün aile içi şiddet ve töre cinayetlerine, kahramanımızın ünlü olmasından ötürü, kıymetli bir önceldir bu kitabın meselesi. Antrparantez, öne çıkarılmış olmasa da, kitabın ebeveyn davranışları üstüne de ciddi bir vurgusu var. Niyet iyi bile olsa, hayata duyduğu öfkenin ve eksikliklerinin intikamını evladı üzerinden almaya çalışan ebeveynler kötü sonların başlangıçlarını yazar, aynıyla vaki; aile fertlerini incitmemek adına burada duralım.

Son olarak ve haddim olmadan; edebiyat eleştirisinde bulunacak değilim, fakat kendi halinde bir okur olarak Yavuz Hakan Tok’un basit ve yalın anlatımının da hakkını vermek isterim. Öncelikle, bir erkek olarak hem de, çok dişil bir öyküyü son derece içtenlikli ve abartısız anlatıyor. Pekâlâ ajite edilebilecek olay silsilesini soğukkanlılıkla aktarıyor. Muhtemelen kitabı yazarken duyumsadıklarının etkisiyle okurunu korumaya alan yazar, “Ben çektim, siz çekmeyin” temennisiyle kendisine böyle bir anlatım tarzı seçmiş olabilir.

Nitekim Yavuz Hakan Tok’la, kitabı tamamlamasına çok az zaman kala karşılaştığımızda “Acıların Kadını Bergen”den bahsetmiş ve yazarken ne denli canı acıdığından dem vurmuştu. Rastlantılar sağ olsun, kitabı ilk okuyanlardan biri oldum. Arabeskle en yakın ilişkim maruz kalmaktan ibaret olsa da acıyla olan ilişkisini sağlıklı kuramamış bir toplumun ortalama bireyi olarak Belgin Sarılmışer yani “Acıların Kadını Bergen”in öyküsünü ben de gözyaşları içinde okudum, ki herkese de samimiyetle öneririm.

(Milliyet Kitap, 20.09.2014)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN