Post image
Kırmızı Pazartesi!

ZAFER KÖSE

Yakın zaman önce aramızdan ayrılan Gabriel Garcia Marquez‘i romanı Kırmızı Pazartesi vesilesiyle anıyoruz.

Edebiyat yapıtı için okunurluk, güzel zaman geçirmekten daha fazla bir şey olmalı. Kırmızı Pazartesi’yi okumanın kalıcı etkisi, hayatınızın geri kalanı için bir anlamı olması gibi. Böyle bir romana devam etme isteği yaratan, aslında olayların ilginçliği değil, anlatının derinliğidir.

 ***

O gün o genç adamın öldürüleceğini daha ilk cümlede öğreniyorsunuz. Marquez, “kırmızı pazartesi” günü yaşananları, yıllar sonra kasabaya geri dönen bir kişinin dilinden anlatıyor. Bu kısacık büyük romandaki herkes biliyor Santiago Nasar‘ın öldürüleceğini. Cinayetin nedenini de fazla merak etmenize gerek kalmıyor, çünkü hemen başlarda açıklanıyor. Kimin öldüreceği bilgisi de veriliyor.

Anlıyorsunuz ki, Pedro ve Pablo Vicario adlı ikiz kardeşler, Santiago’yu bıçaklayarak öldürecekler. Cinayetin nedeni, bizim memlekette yaşayanlar için çok tanıdık: “Namus meselesi”.

Bu ikizlerin kız kardeşi Angela Vicario, evlendiği gece kocası tarafından eve geri gönderiliyor. Bekaret sorunu! Kızın ve dolayısıyla ailenin namusunu temizlemek, “elbette” ağabeylerine düşüyor. “Suçlu”nun kim olduğunu sorduklarında, Santiago Nasar adını veriyor Angela. Kitabın sayfalarını çevirdikçe, kimsenin bu cinayeti önlemek için bir şey yapmadığını görüyorsunuz. Romanın konusu bu. Beklenmedik hiçbir olay yaşanmıyor, bilinmeyen bir son yok.

Hayata dair

Okunurluk, bir roman için en önemli nitelik değil midir? Konusu, biçimi, dili… Bunların uyumu anlamında güzelliği, karakterleri, meselesi… Ve başka birçok özelliği, ancak okurken devam etme isteği sağlıyorsa anlamlı oluyor.

Olayların nasıl gelişeceğinin tahmin edilememesi ve sonunda ne olacağının merak edilmesi metne devam etme isteği için avantaj sağlıyor. Şaşırtıcı durumların anlatılması ve ilginç bilgiler verilmesi de dikkatinizi yoğunlaştırmaya fayda ediyor. Ne var ki, okuduğunuz sırada eğlenceli zaman geçirmenizi sağlasa da, bu özellikler bir kitaba yazınsal nitelik kazandırmaya yetmiyor. Aynı şekilde, bir romandan alacağınız birkaç ilginç bilgiyi veya fikri, aslında çok daha az zaman harcayacağınız başka kaynaklardan edinebilirsiniz.

Öyleyse, bir edebiyat yapıtı için okunurluk, okurken güzel zaman geçirmekten daha fazla bir şey olmalı. Kırmızı Pazartesi’yi okumanın kalıcı bir etkisi, hayatınızın geri kalanı için bir anlamı olması gibi. Böyle bir romana devam etme isteği yaratan şey, aslında olayların ilginçliği değil, anlatının derinliğidir. On yıllar önce uzak bir coğrafyada yaşayan Angela’nın, Pablo’nun, Santiago’nun başından geçenleri, yaşamakta olduğunuz hayata dair bir hikaye olarak okuduğunuz için elinizden bırakamıyorsunuz. O insanlık hallerini, kişilik özelliklerini, akıldan geçirilen. ama dile getirilmeyen düşünceleri biliyorsunuz. Çalıştığınız fabrikadan, çocukluğunuzun geçtiği mahalleden, her gün yürüdüğünüz sokaklardan tanıyorsunuz onları.

Yaşam körlüğüne karşı

Fabrikada sizinle ilgisi olamayan bir bölüme gittiğinizde, oradaki çalışanların çok basit bir sorunla başa çıkmak için tartıştıklarını görebilirsiniz. O kadar açık bir çözümü göremeyişlerine şaşarsınız. Ayaküstü verdiğiniz fikir üzerine, konulara farklı bakabilme yeteneğinizi övmelerine daha da şaşarsınız. Aslında mesele “iş körlüğü” denen şeyden ibarettir. Yani insanın içine gömüldüğü işlere dışarıdan bir gözle bakamaması. Yöneticiler bu derdin devası için, elemanlarının görevlerini, en azından odalarını değiştirmek gibi yöntemler uygulamaya çalışırlar. (Oysa kendileri de yaptıkları işin körü haline gelmişlerdir.)

Aynı şekilde, “hayat körlüğü” denebilecek bir olgudan da söz edilebilir, insanın ne yaşadığının farkında olmadan yaşayıp gitmesinin önemli bir nedeni de hayatının içine fazla gömülmesi, kanıksadığı biçimde yaşaması değil mi?

Bu olguya direnmenin en etkili yolu edebiyat olsa gerek. Hatta “Edebiyat bunun için var” dersek, herhalde yanlış olmaz. Marquez gibi ustaların büyüklüğü, bize bilmediğimiz değil, “bildiğimiz” hayatı anlatma yeteneklerinden geliyor. Fazla yakınında, hatta içinde yaşadığımız için görmediğimiz hayatın gerçeklerini yeniden yaratarak görmemizi sağlıyorlar.

“Heskes”in Romanı

Peki, Kırmızı Pazartesi’de, fazla içinde yaşadığımız için algılayamadığımız hayatımızla ilgili somutlaştırılan şey ne? Bunu düşününce akla hemen “namus meselesi” geliyor. Ama bu konuya bizim memlekettekinden oldukça farklı bir yaklaşım var romanda. Bekaretini “koruyamamış” kız değil, evlenmeyeceği halde onu “kandıran” adam “suçlu” kabul ediliyor. Zaten bu romanın ilgiyle okunduğu birçok ülkenin insanı için bu konu iyice gündem dışı.

Fakat anlatının derinliklerinde, bambaşka toplumların farklı dönemlerinde geçerli bir durum kendini hissettiriyor: Romanda, tek tek kahramanların dışında, “herkes” diyebileceğimiz bir özne var. Santiago Nasar’ın öldürülmesi gerektiğini kimse kişisel görüşü olarak savunmuyor. Ama “herkes”, doğrusunun bu olduğunu düşünüyor. Daha doğrusu, bu konuda düşünmek diye bir şey yok; “herkes”e göre, Santiago öldürülmeli! Vicario kardeşler, bir görev yerine getirir gibi, hiç de hevesli olmadan ellerine bıçak alıyorlar. Cinayet işleyeceklerini adeta insanların gözüne batırarak belli ediyorlar. Bir kişi onlara “yapmayın” dese vazgeçecekler. Romandaki pastaneci, komşular, diğer insanlar, kendilerine sorulsa, “gerek yok” diyecek, adamın öldürülmesini onaylamayacaklar, ikiz kardeşler, onların ailesi, kurban, kurbanın annesi, kasabalılar… Hepsi eli kolu bağlı, cinayetin gerçekleşmesini bekliyor. Çünkü onların bir araya gelmesiyle oluşan. ama onların dışında bir varlık olan “herkes“, hepsinden daha belirleyici bir özne.

işte bu “herkes”, tüm toplumların tüm dönemlerinde yaşıyor. “Namus meselesi” değil de bambaşka bir meseleyle kendini belli edebilir. Döneme ve coğrafyaya göre farklı özelliklere bürünebilir. Toplumda bireylerin bir araya gelmesini aşan, aslında her birinin içinde yaşayan bir olguya dönüşüyor “herkes”. Fazla yakın olduğu için görülmeyen “herkes” gerçekliğini hissettirmek, elbette büyük romancıların işi.

Evet, Kırmızı Pazartesi’deki asıl katil “herkes“. Romanı okumamış olanlara bunu söylemekte bir sakınca yok. Çünkü katili bilmek kitabı okumaya engel değil.

(SOL KİTAP, 30.04.2014)

Çeviren: Faik Baysal
Can Yayınları, Mart 2014
112 sayfa

 

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN