Post image
Polisiye Akdeniz’e indi

 

Fikret ESER

İngiliz Michael Dibdin’in İtalyan müfettişi Aurelio Zen serisinin ilk üç kitabı yayımlandı. Mafya, yozlaşmış siyaset, entrikalar, Akdenizlilere özgü rahatlık, hantal bürokrasi ve suçluların dünyasında bir adam o. Polisiyeye yeni bir soluk getiren usta işi bir anlatımla Zen’in maceralarının tadı damağınızda kalacak.

Polisiye romanın yönü, son yıllarda İtalya’ya çevrildi. Komiser Montalbano, Brunetti derken Zen de sökün etti. Yayınevlerinin hakkını teslim etmek lazım. Eskiden olduğu gibi çoksatanlardan birkaçını yayımlanıp bırakmıyorlar. Dünyaca ünlü polisiye serileri en başından düzenli olarak basılıyor ve daha da önemlisi tamamlanıyor.

Montalbano serisinin yazarı Andrea Camilleri, adından da anlaşılacağı gibi İtalyan’dır. Dedektif ana topraklarını değil Sicilya Adası’nı mesken tutar.

Brunetti ise Venediklidir. Yazarı Donna Leon uzun yıllar İtalya’da yaşamış bir ABD’lidir. Burada dersler vermiş, klasik müzikle ilgilenmiştir. 1992’de başladığı serisi büyük ilgi görünce külliyat 30 kitabı aşmıştır.

Aurelio Zen’e gelirsek; onun çalışma sahası İtalya’nın her yeri. Yazarı İngiliz Michael Dibdin, İtalya Perugia Üniversitesi’nde dört yıl ders verdikten sonra ülkeden ayrılır ve Komiser Zen’i yazmaya başlar. Büyük ilgi gören ilk kitabı uluslararası bir ödül kazanır.

1988’de Altın Hançer Ödülü alan ‘Fare Kral’ (Alfa Kitap) romanıyla tanıştığımız dedektifimiz Zen, ötekilerin aksine öyle ahım şahım biri değildir. Farklıdır, ötekilerden yani her şeyin dedikodusunu yapan, sürekli mızmızlanıp şikayet edenlerden ayrıdır. Neyin olup olmayacağının farkındadır, gerçekçidir, ayakları sağlam basar. Öyle büyük beklentileri yoktur. 40’ını aşmış, başkent Roma’da emekli olsam da kurtulsam tadında takılmaktadır.

Ancak sezgileri kuvvetlidir, düşüncelerini sistematik bir şekilde ilerletip adım adım sonuca ulaşır. Raporların, dosyaların bir işe yaramadığını bilir, ancak satır aralarındaki bir ayrıntıyı yakalamakta ustadır. Bir işe başladığında tuttuğunu koparır, gözü karadır. Sonuç almak için bazen sistemin dışına çıkar, yasadışı yollara başvurmaktan çekinmez. Babası 2. Dünya Savaşı’nda Rus cephesinden geri dönmemiştir, onu büyük zorluklarla, yoksullukla büyüten annesine sadakatla bağlıdır, kısa bir evlilikten sonra hâlâ onunla yaşamaktadır. Venediklidir, memleketi burnunda tüter, annesinin isteğiyle eski mobilyalarına kadar her şeylerini Roma’ya taşımışlardır.

Gelecek vaat eden bir polisken onu masa başına mahkum eden olay ise İtalya Başbakanı Aldo Moro’nun 1978’de Kızıl Tugaylar Örgütü tarafından öldürülmesidir. Moro, dünyanın da yakından takip ettiği kaçırılmadan 55 gün sonra bir arabanın bagajında öldürülmüş olarak bulunmuştu. İşte kahramanımız da Moro’yu arayan ekiptedir. Başbakanın izini bulacakken amirlerinin hatası onun başına patlar. Tepkileri dindirmek için kurban edilenler arasında Zen de vardır.

1980’lerin başıdır, İtalya’da bir yandan silahlı örgütler bir yandan da mafya cirit atmaktadır. Kaçırılıp fidye istemeler neredeyse sıradanlaşmıştır. Hakimler, savcılar gözdağı vermek için işadamları, zengin çocukları da para sızdırmak için kaçırılır. Büyük pazarlıklar sonunda yüklüce alınan paralara rağmen çoğunlukla da öldürülür kaçırılanlar. Toplumda büyük bir yılgınlık ve umutsuzluk vardır.

Herkes şikayet etmektedir, geç gelen trenler, işini yapmayan savsaklayan görevliler ve bir de Akdenizli olmanın getirdiği rahatlık, vurdumduymazlıkla birleşince ortaya çıkan tablodan herkes gibi Zen de nasibini alır.

İşte böyle günlerden birinde bir telefon çalar. Perugia’da ünlü işadamı olan Milleti kaçırılmıştır. Kentin ileri gelenlerinden biri başkentteki siyasi bağlantılarıyla temas kurar.

Kitap bir dizi telefon konuşmasıyla başlıyor. Daha isimleri, karakterleri bilmeden neler olduğunu, olabileceğini anlıyorsunuz. Telefondaki ses isyan ediyor: “Mucize falan istediğim yok, senatör. Benim istediğim adalet. Yoksa bu ülkede adaletin sağlanması için mucize mi gerekiyor?”

Tıpkı Marguez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ romanındaki gibidir, herkes sonucun ne olduğunu bilir, ancak kamuoyunu oyalamak gerekmektedir.

Nasıl olsa bir sonuç çıkmayacaktır, Zen alelacele oraya gönderilir. Daha varmadan ünü oraya ulaşmıştır. Yani kızakta olduğu, iş olsun torba dolsun diye geldiği bellidir. Yabancılara olan nefret de cabası… Polis departmanından lokantalara kadar her yerde istenmediği hissettirilir.

Mafyanın ‘omerta’ kuralları kentin her yerine sirayet etmiştir. Dedikodular, imalar, bilir gibi yapmalar, uzun uzun konuşup aslında hiçbir şey söylemeyenler; bir şekilde herkes susarak, gizleyerek ya da açıkça olmasa bile onaylayarak kaçırılmaya dahildir.

Polis, yargı, diğer görevliler, kentin zenginleri, siyasetçileri hatta babaları kaçırılan Milletti’nin dört çocuğu bile bu durumdadır.

İçlerinden biri, genç ve hırslı bölge savcısı farklıdır. Her şeyin farkındadır. Durumu bir metaforla açıklar. Kitaba adını da veren ‘Fare Kral’ın tarifini yapar: “Fare kral, çok fazla sayıda fare, çok küçük bir yerde ve çok büyük baskı altında yaşadığında ortaya çıkan bir şeydir (…) kuyruklarından birbirine bağlanmış otuz kadar fareden meydana gelen yaratığa fare kral denir (…) Hepsinin en belalısı, en yırtıcısı ve acımasızı (…) Fare kral kendi kendisini yönetir. Herhangi bir tehdide otomatik olarak ve etkili biçimde karşılık verir. Her bir fare, diğerlerinin çıkarlarını savunur. Her birinin gücü, diğerlerinin de gücüdür…”

Zen’e vakayı çözebilmek için işbirliği teklif eder, hatta kördüğümü çözmek için kuraldışına çıkılması gerektiğini açık açık söyler.

Siyasi entrikalardan en rezil cinsel sapkınlığa kadar onlarca mesele kentin tarihine eklemlenmiş bir canlı organizma gibi ortaya çıkar. Karakterleri adım adım tanıdıkça olaylar birbirine bağlanır.

Zen, ikinci kitap ‘İntikam’da, ultra zengin yozlaşmış bir işadamının Sardunya’da çok iyi korunan villasında öldürülmesine el atıyor. Tabii ki siyasi bağlantılar, haksız kazançlar, mafya, yerel polisle birlikte yeni bir maceraya atılıyor.

Üçüncü kitap ‘Örgüt’ ise Vatikan’ın gizemli dünyasında geçiyor. Prens Ruspanti, Roma’daki Aziz Petrus Şapeli’nde düşerek ölünce onlarca soru, cevap bekliyor. Vatikan’ın ruhanileri cevabın intihar olmasını istiyor. O gün nöbetçi olan Zen işe koyuluyor.

Michael Dibdin, iyi bir yazar, polisiyenin olmazsa olmazlarına sadık. Kurduğu anlatımın gerek dil, gerekse düşünsel olarak hakkını çok iyi veriyor. Birden çok anlatımla kurduğu örgüler dikkatli bir okumayı gerektiriyor.

Kahramanı Zen’i de yavaş yavaş tanıtıyor. Çocukluğunu, hayallerini, arzularını, savruluşlarını, duygularını, ironi dolu esprilerini atmosfere ustaca yerleştiriyor.

Yazar Micheal Dibdin, 1988’den öldüğü 2007’ye kadar 11 Müfettiş Aurelio Zen kitabı yazdı. Her birinde dedektifini başka bir kente gönderdi. Lehçeleri, tarihi, birbirlerine olan bakış açıları, hissettikleri, duyguları, yemekleri, şarapları, pizzası, makarnası, futbolu ve daha birçok şeyiyle ülkenin ruhuna öylesine hakimdir ki, İtalyanlar’ı bile şaşırttı.

(Sabah, 20.01.2023)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN