Post image
Prof. Dr. Özcan Köknel’den şiddete karşı öneri: Anne-baba okulları açalım

İpek ÖZBEY

Bir kedinin üstüne kaynar su döküldü, bir köpek sahibi tarafından arabanın arkasına bağlanıp yolda sürüklendi, bir koca karısını öldürdü, bir kadın intihar etti, bir çocuk tecavüze uğradı… Adları farklı, ama şiddet sarmalına dolanan toplumun hikayesi aynı… Her gün canımızı acıtan, ‘Bu kadar da olmaz’ dedirten bu vakaları hayatı boyunca onbinlerce insanın ruhlarına dokunmuş bir psikiyatri duayeni, hocaların hocası Prof. Dr. Özcan Köknel ile konuştuk. Geçtiğimiz günlerde deneyimlerini Mert İnan’ın yayına hazırladığı ‘Bilgenin Aynası’ kitabında anlatan 91 yaşındaki Köknel ile topluma ayna tuttuk. Yapacak çok iş var. Bunlardan biri anne-baba okulları açmak, diğeri cinsel eğitimi müfredata sokmak…

 

İdealist bir ailenin evladı olarak dünyaya geliyorsunuz. Bugün bu noktada bir eksiklik olduğunu düşünüyor musunuz ?

Kesinlikle düşünüyorum. Tabii benim hayatta büyük şanslarım da oldu. Biri dediğiniz gibi annem-babamdı. 1928’in 23 Mart’ında Samsun’un bir ilçesinde doğdum. Adımı Hasan Âli Yücel koymuş. Öğretmen olan annem ve babam bir çocukla mesleği yapmanın güç olduğunu, başka çocuklara yeteri kadar zaman ayıramayacaklarını düşünmüş. O zaman yeni açılan İş Bankası’na girip, Zile şubesinde memur olarak çalışmaya başladılar. Zile, elektriği, suyu olmayan, evleri kerpiç bir yerdi. Cumhuriyet’in 10’uncu yılında ben beş yaşındaydım. Artık iyi kötü, çevreyi algılayacak, anlayacak, yorumlayacak bir yaştaydım. O kapkaranlık Zile dört direk, etrafında bez, içinde lamba yanan tak-ı zaferlerle aydınlandı. ‘Bu nedir’ diye sordum, ‘Cumhuriyet’ dediler. ‘Demek ki Cumhuriyet aydınlıkmış’ dedim. Cumhuriyet’in beş yaşında algıladığım aydınlığı yaşımla, bilgimle beraber hayatım boyunca ışığım oldu.

Hayatınızda sadece bir kez kavga etmişsiniz…

Evet, okulda bir çocukla kavga ettik. O da gitti babasına şikayet etti. Babası okul müdürüydü. Hâlâ da etkisini hissettiğim bir söz söyledi Müdür Bey: ‘Siz kendi aranızda halledin, beni bu işe karıştırmayın!’. Bu bana bir ders oldu. Diğeri de şuydu: 10’uncu sınıfta, 80 kişilik bir sınıfta okuyorduk. Kalabalık olunca, gürültü de fazlaydı. O arada çok genç bir psikoloji hocası geldi. Biz 16 yaşındayız, o 23-24 yaşında. Adam ders anlatıyor, dinleyen yok. Kızdı, ‘Burayı kahvehaneye çevirdiniz’ dedi, kapıyı çat diye kapattı, gitti. Bir dahaki ders geldiğinde sınıfın ön plandaki öğrencilerinin tahtaya ‘Asım’ın kahvehanesi, çay 25 kuruş’ yazdıklarını gördü. Hocanın adı Asım’dı. Şöyle bir baktı, ‘Hadi bana bir kahve ısmarlayın da barışalım’ dedi. O yaşta bir genç için çok iyi bir model oldu. Tabii evlilik hayatım da öyle. Eşim, eşimin ailesiyle aramızda hiçbir uzlaşmazlık olmadı. Çocuklarım da bunu devam ettirdiler. İkisi de bugün profesör. Hakikaten çok şanslı, çok huzurlu bir hayat geçirdim.

Bugün sanki rol modellerimiz yok gibi…

İşe evvela ruhbilim açısından bakmak lazım. Biliyorsunuz ki ruhbilimde bizim en çok üstünde durduğumuz şey, benliktir. Benlik ailede gelişir. İkincisi kimliktir, o da aile, okul ve toplum içinde gelişir. Aileye, okula ve topluma bakmak lazım. Üçüncüsü kişiliktir, bunların ikisinin birleşimi ve o kişinin bilgisi, ilgisi, çabası ile gelişir.

Nerede hata yapıyoruz?

Hata evvela benliğin gelişmesinde başlıyor. Bebekler dünyaya bir içgüdüyle gelir. İki türlü duygumuz var. Biri haz veren duygular. Hepimiz haz veren duygularla dolu bir dünyada yaşamak isteriz. Diğeri de elem veren duygulardır. İçgüdülerimizi doyurmak için aldığımız mesajlar bizde haz veren duygular ortaya çıkartıyorsa ilgili, sevgili, sevinçli, huzurlu, mutlu bir insan olarak gelişmeye başlıyoruz. Hayır korku, endişe gibi duygular ortaya çıkartıyorsa mutsuzluk, huzursuzluk ortaya çıkıyor. Bu nerede oluyor; ailede.

Kaç tür aile yapısı var?

Bilgili, ilgili’, ‘ataerkil’, ‘çelişkili’, ‘ilgisiz’, ‘dışlayan’ olmak üzere beş aile tipi var. İdeali ilgili bilgili aile olmak, bir çocuğu doğduğu andan itibaren tanımak… Bir çocuk 1-1.5 yaşında doğru düzgün yürüyemeyebilir, ama anne-baba ‘Bak yine düştün. Dikkat etsene, önüne baksana’ gibi mesaj verirse çocukta kaygı, korku gibi olumsuz duygular ortaya çıkar. Toplumun çoğunluğunuysa ‘ataerkil’ model oluşturuyor. Erkeğin yani babanın, ailenin ekonomik durumundan tutun da inanç sistemine, eşinin giyim kuşamı, çocukların ne iş yapacağına kadar her şeyine hakim olması demek. Baba, erkek çocuk kendine benzerse iftihar eder, ‘aferin aynen benim gibi yapıyor’ der. Bu baba için güzel, eğer çocuklar da bunu kabul ettiyse arada bir çatışma olmaz. Ancak çocuklarda buna karşı bir tepki ortaya çıkarsa babanın bunları bastırması daha çok şiddet içeren mesajlarla oluyor. Bu mesajı alan çocukta mutsuzluk baş gösteriyor. Bir taraftan benlik gelişirken de ‘Demek ki böyle bir durumda böyle davranılır’ diye babasının davranışını örnek alıyor.

Şiddet öğrenilen bir şey yani?

Tabii. Türkiye’de şiddet, Fransızca, İngilizce gibi bir dil haline geldi. Bir dil, kavram demektir. Kavramları anneden babadan, öğretmenden, toplumdan öğreniriz. Bir kavramın anlamı, ilk örneği ve değeri vardır. O kavramı elde edebilmek için emek veririz. Bir kavrama verdiğiniz değer, aynı kavramı kullandığımız halde farklı duygu ve davranışlar ortaya çıkarırsa sorun olur. Bunun en güzel örneği kelimeye reaksiyon testinde görülür. 100 sözcük vardır, o sözcüklerin kişide nasıl çağrışım yaptırdığına bakılır. Anne-baba, masa, sandalye gibi somut sözcükler yanında özgürlük, bağımsızlık gibi soyut sözcükler de verilir. Bugüne kadar gördüğüm şu: Örneğin baba deyince diyelim ki yüzde 20’sinde anne çağrışımı yapıyor. Ama ’baba’ deyince ‘Allah müstakahını versin’ diyen de oluyor. Demek ki o çocuğun babayla ilişkisinde bir sorun var. İşte bizim toplumda ‘adalet, özgürlük’ gibi soyut kavramlarda dahi birinin verdiği değer ile başkasının verdiği değer birbirinden farklı oluyor ve çatışma ortaya çıkıyor.

 

 

Anne-baba olmayı öğrenmek gerekiyor değil mi? Bu noktada ‘Anne-baba okulları’ndan bahsedelim mi?

İhsan Şükrü Hoca’mın öncülüğünde 1963’te ‘Ana-Baba Okulu’ adıyla bir girişim başlatmıştık, 3 yıl sürdü. 1980’li yıllarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikiyatri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Haluk Yavuzer ve benim de yer aldığım proje kapsamında, tıp ve psikiyatri üyeleri ile görüşmeler sonucu Ana-Baba Okulu yeniden işlerlik kazandı. On yıl boyunca Anadolu’nun birçok şehrinde söyleşiler düzenledik. Her hafta sonu ailemizi evde bırakıp köylerde, kasabalarda konuşmalar yapıyorduk. Ataerkil baskıcı aile yapısının yanlışlarını anlattığımız bu konuşmalardan sonra, bizi dinleyen insanların algılarını ölçen testler yapıyorduk. Test sonuçları, dinleyicilerin yanlış inanışlarında olumlu değişimler olduğunu gösteriyordu. O dönem başlattığımız projeyi dönemin milletvekili ve bakanlarına aktardık. Devlet eliyle Ana-Baba Okulları kurulsun önerisini her ortamda dile getirdik. Sonuç ne oldu derseniz, koca bir hiç!

Sürseydi, bugün kadına şiddet, ensest, çocuk istismarı engellenir miydi?

Çok farklı olurdu. Fransa’da Ecole Des Parents diye bir dergi var. Orada yapılan çalışmalar da, burada yapılan araştırmalar da bunu doğruluyor. Akşam haberlerine bakın. Bir kere trafik kazasında her gün 3-5 kişi ölüyor. Her gün kadına yapılan şiddet sonucu birkaç kadın ölüyor.

Daha iki gün önce bir kedinin üzerine kaynar su döküldü. Ondan önce bir baba çocuğunu döverek öldürdü. Anne-baba olmayı öğrenmek bu vakaların da önüne geçer miydi?

Biz bunu 80’li yıllarda yaşayarak gördük. Bu ana-baba okulları ailelerin davranışlarında bir dolu olumlu değişiklik yapıyor ve çocukların daha sağlıklı, huzurlu, mutlu, başarılı olmasında da olumlu etken. Bakın; hepimizin rol modelleri vardı. Şimdi gençlik buna ‘kahraman’ diyor. Kimler kahraman çıkıyor. En çok medyada gözükenler. Politikacılar, sanatkarlar, sporcular… Bu rol modeller şiddet içermeyen mesajlarla toplumla ilişki kurarlarsa mutlaka başka olur. Birçok kişi ses tonundan tutun da kullandığı kavramların değerine kadar şiddet içeren iletileri daha ön planda kullanıyor. Ben bunu yaşadım. Eskiden beni televizyona çağırırlardı. Bir süre sonra benden özür dilediler. ‘Hocam siz kavga etmiyorsunuz, fazla izlenmiyorsunuz’ dediler. Bir-iki defa da benim konuşmalarıma ilgi olsun diye yanıma bağıran çağıran konuklar çağırmaya başladılar. Yaşayarak gördüm.

Peki seyirci neden bağırış-çağırış izlemeyi seviyor, neden şiddete prim veriyor?

Çünkü toplumun bir kesimi tarafından şiddetin prim yaptığı kabul ediliyor. Bir kesim bunu kullanarak birçok şey elde ediyor. Burada popüler kültür işin içine giriyor. Popüler kültür ne demek, gerçekle hiçbir bağlantısı olmayan, o toplumun gerçeğine uymayan şeyleri sırf o toplum bundan hoşlanır diye kullanabilmek. Toplumun bir çok sorunu var. Kullandığınız yöntemler bununla başa çıkmak için yeterli olmuyorsa o zaman popüler kültürden yararlanıyorsunuz. Popüler kültür de şiddete prim verdiği için onunla ilgili mesajları istemeseniz de, beğenmeseniz de kullanmaya başlıyorsunuz. Toplumun geniş kesimi sağlıklı iletişim kurmayı beceremiyor. Türkiye’nin yarıdan fazlası şiddet dili kullanıyor.

Şiddet o kadar çok yerde ki, kadına, çocuğa, hayvana… Mesela köpeğini arabanın arkasına bağlayıp sürükleyen, ona acı çektiren, öldüren insan ruh hastası mıdır, kötü mü ?

Ruh hastalığı da olabilir, ama sorunlu insan diyebiliriz. ‘Evet bu cinayeti bilerek işlemiştir’ ya da ‘Hastalığı nedeniyle işlemiştir’ demek, hastalık tanısı koyabilmek için en az 1.5 ay klinikte gözlem altında kalması gerekir. O kadar kolay değil.

Şiddet gösteren biri mutlaka şiddet görmüş müdür?

Çoğunlukla… Çocukluğunda mutlaka ona ya da başkalarına karşı yapılan davranışlarda kendinin rol model olarak seçtiği insan şiddetin bir çözüm aracı olarak kullanıldığını görmüş, yaşamış oluyor. Kendisi de bu yolu kullanıyor.

İlgili-bilgili ailede yetişen bir bireyin ileride suç işleme ihtimali yok mudur?

Gayet tabii var ama oran çok düşüktür.

‘Çocuğunun dün gece evde olup olmadığını bilmeyen aileler var’ diyorsunuz. Bu nasıl mümkün olabilir?

Mümkün maalesef. İlgisiz aile modeli. Ben bunları gördüm. 25-30 çocuklu babalar tanıdım. Çocuklarının isminden bile haberdar değillerdi.

Kadına yönelik şiddet, çocuğa cinsel istismar suçlarında akla gelen ilk çözüm, ‘cezaları artıralım. İdam edelim…’ oluyor. Doğru bir yöntem midir?

Kadın cinayetleri ile hüküm giyenler sözüm ona ‘onurunu korumak’, ‘ailenin namusunu sürdürmek’ amacıyla cinayet işlediklerini ortaya atıyor. Tüm bu sorunların nedeni kaba, baskıcı, ataerkil yetiştirilen erkek modelleri. Aileler gelenek göreneklerden, mahalle baskısından etkileniyor. Akıl, hak, hukuk dışında yorumlanan inançlar, mezhep ve tarikatların da etkisi kaba, baskıcı aile modellerinde çarpan etkisine yol açıyor. Ataerkil zihniyete sahip erkekler bu sarmalın içinde suç makinesi haline gelebiliyor. Evet suçlular tabii ki en ağır şekilde cezalandırılmalı, ancak bunun tek başına çözüm olduğunu söylemek mümkün değil.

CİNSELLİK EĞİTİMİYLE TACİZİN ÖNÜNE GEÇİLEBİLİR

Cinsiyet eşitsizliği sorununda baş sorumlunun Türk erkek modeli olduğunu söylüyorsunuz…

Erkekleri değiştirmeden toplumu dönüştürmemiz mümkün değil. Erkekleri değiştirmek için kadınları da değiştirmek gerekiyor.

Cinsel eğitimin öneminin altını çiziyorsunuz. Bugün okullarda cinsel eğitim veriliyor olsaydı, cinsel saldırı, taciz, tecavüz vakalarında azalma olur muydu?

Tabii ki… Cinsel eğitim insanda var olan ve kazanılan güdüleri bilmek için gerekli. Her şeyden öte sadece istismar suçlarının azalması, önlenmesi için bile bu eğitim verilmelidir. Cinsel eğitim, gençlik çağında cinsel yaşantı, karşı cinsle ilişki, kendi kendine doyum, cinsel içerikli düşler, kızlarda erdemliliğin önemi, kız-erkek arkadaşlığı, flört ve hastalıkları kapsar. Cinsel ilişkinin başlama yaşı, cinsel sorunlar ve çözüm yolları da cinsel eğitimle açıklanabilir. Toplumsal yanlış kalıplar nedeniyle onlarca kız çocuğunun namus adına cinayete kurban gittiği bir ülkede cinsel eğitim mutlaka hayata geçirilmelidir. Günümüzde birçok ülkede zorunlu veya seçmeli olarak cinsel eğitim dersi veriliyor. Cinsel eğitimin verilmediği ülkelerde gençler, cinselliği sömüren akıl, ahlak, gerçek dışı yayınlardan, sosyal medyadan, arkadaş çevresinden anlamaya çalışıyor. Bu durum beraberinde bireysel, toplumsal sorunların doğmasına neden oluyor.

MELANKOLİK BİR TOPLUM

Türkiye’de her dört kişiden üçü geçmişi özlüyor diyorsunuz. Bize ‘hey gidi günler’ dedirten şey ne?

Eğer ben bugünkü yaşantıdan, bugünkü düzenden, kültürden mutlu olamıyorsam, mutlaka bunu kendi geçmişimde ya da toplumun geçmişinde arıyorum. Vatandaş, beğenmeyip değiştiremediği olgularla yüzleştiğinde, savunma düzenine sığınarak geçmişe yöneliyor.

Bir toplumun bu kadar mutsuz, melankoli eğilimi olması normal mi?

Değil. Huzurlu, ruh sağlığı yerinde bir ülkenin temel kıstası, ekonomik refah ve can güvenliğidir. Terör korkusu olan toplumda kaygı, korku, endişe yaşanır. Korkular, Türk insanına iletişim gücünü, becerisini kaybettirmiş durumda. Boş zamanları değerlendirmek çok önemli, ancak insanların birçoğu bu kavramı eline telefon almak, sosyal medyada vakit harcamak, yan gelip yatmak olarak algılıyor. Türkiye’de yıllardır en sık karşılaşılan ruhsal sorun depresyon. Anksiyete, panik atak, sosyal fobi ve şizofreni depresyonu takip ediyor. Son yıllarda artan işsizlik, yoksulluk, doğal afetler, peş peşe yaşanan terör olayları toplumun ruhsal dünyasını derinden sarstı.

SİZ İTERSENİZ BAŞKASI ÇEKER!

‘Biz iletişim halindeyiz. Ben kaynağım, siz alıcısınız. Aramızda bu iletişimi sürdüren bir kanal var. Ben konuşuyorum, siz dinliyorsunuz, siz konuşuyorsunuz ben dinliyorum. Ama ben konuşurken siz de konuşursanız iletişim kanalında gürültü oluyor. Gürültüde aramızda sağlıklı bir ilişki olmasına imkan yok. İşte çoğu ailede en basiti çocukla anne-baba arasında gürültü/iletişim problemi var. Çocuk konuşurken ‘Sen sus, konuşma, aklın ermez, beceremezsin, yapamazsın’ diyor aileler. Bu gürültü yaratıldığında o çocuğa iyi niyetle de olsa bir mesaj vermeye çalışsanız bunu algılamasına imkan yok. Peki bu algılanmalar olmadıkça ne oluyor? Çocuk gençlik çağına geldiğinde ‘ben de bir kişiyim’ deme ihtiyacı hissediyor, dışarıda arayışa başlıyor. Fizik kuralı gibi. Siz iterseniz başkası çeker. Bir insanı ötekileştirirseniz o insan kendine imkan verene gider. ‘Sen bizim gruba gir, seni adam yerine koyarız’ deniyor. Terör örgütlerinde bile böyle olmuyor mu? Bir toplumun temel yapısı ne olursa olsun o toplumu oluşturan kişilerin ötekileştirilmemesi gerekir.

FİŞİ ÇEKMEK ÇÖZÜM DEĞİL

Çocuklar uyuşturucu bağımlısı gibi oyuna, tablete bağlanıyorlar. Öyle oyunlar var ki, şiddeti körüklüyor, hatta intihara sürüklüyor…

Evet, maalesef. Bu bağımlılığın profilini sosyal kaygısı yüksek, arkadaşlarının yanında kendini çok rahat hissetmeyen, hayatında duygusal veya fiziksel kaçış ihtiyacı olan, oyun ve internet dışında kalan ‘gerçek’ hayattan yeterince haz almayan çocuklar oluşturuyor… Birçok oyun bağımlısı, oyundan uzak kaldığında kötü, çökkün hissederek oyun arzulama duygusuna kapılıyor.

İnternetin fişini mi çekelim, bilgisayarı mı kaldıralım; çözüm nedir?

İnternette oynanan oyunlar sosyal kaygıları olan bir gencin sosyalleşme merkezi, ailesinin ihmal veya istismarından etkilenen bir gencin sığınağı, depresif bir gencin de kendini tek iyi hissettiği ortamı. Bu yüzden söylediğiniz gibi yaparak çözüme ulaşamazsınız, hatta işleri daha kötü hale getirebilirsiniz. İnternet bağımlılarıyla yapılmış çalışmalarda bağımlıların yüzde ellisinde başka psikiyatrik bozuklukların olması, bağımlıların depresyon puanlarının yüksek olması biyolojik faktörlerin etkili olabileceğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla sorunun kökenine inmekte fayda var.

FENOMEN ÇOCUKLARDA KİŞİLİK BOZUKLUĞU GÖRÜLEBİLİR

Sosyal medya fenomeni diye bir şey var. Bunlar artık çocukları da kapsar oldu. İleride bu çocuklar sıkıntı yaşar mı?

Aileler, bebek ve çocukların adına sosyal medyada fotoğraf paylaşıyor, hesaplar açıyor. Özlemlerini doyurmak için, kendi ihtiyaçlarını çocuğun önüne koyuyor. Çocuk fotoğrafları içeren paylaşımların yüksek sayıda beğeni alması, ebeveynleri istem dışı buna yöneltiyor. Bu konuda aşırıya kaçmamak önemli. Çocuğumuzun ismi, gittiği okul, tatilde nerede olduğumuz gibi bilgileri herkesin görebileceği hesaplarda paylaşmak uygun değil. Çocuğumuzu gören her kişinin iyi niyetli olduğunu söyleyemeyiz değil mi?

Günümüz koşullarında sosyal medyadan uzak durmak da pek mümkün değil…

Kuşkusuz, ama ölçülü kullanabiliriz. Çocukların sabah kalktıkları andan itibaren her anının devamlı kamerayla çekilmesi çocuğun temel ihtiyaçlarının ve haklarının karşılanmamasına, yani ihmaline yol açabilir. Beğeniler belirli bir sayıyı geçmeye başlayınca, ebeveynler bu durumu ticarete dönüştürerek para kazanmaya başlıyor. Bu noktada artık aileler çocuğun menfaatini hiçe sayıyor. Fenomen çocuklarda ilerleyen yıllarda anti-sosyal kişilik bozukluğu görülebilir.

(Hürriyet, 05.08.2019)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN