Ilgaz GÖKIRMAKLI
igokinnakli@gmail.com
Emine Yıldırım’ın ilk uzun metraj filmi “Gündüz Apollon Gece Athena” festivallerle başlayan yolculuğunun ardından Türkiye’de vizyona girdi.
“Bu dünyayla” hesaplaşması bitmemiş, huzura kavuşmamış, arafta kalmış ruhlar… Hayaletler. Her biri, görünmez bir ağırlıkla yaşamın tam ortasında varlığını hissettiriyor. Akıllara ilk olarak ürkütücü, doğaüstü varlıklar gelse de bazı hayaletler o kadar da korkutucu değil. Türkiye’de hikâyesi yarım kalan, o kısacık hikâyesi de tam bilinmeyen; acılarıyla aslında her zaman aramızda olan hayaletleri, ruhu huzura kavuşmamışları düşünün. Geçmişin karanlığını bugüne taşıyan bu gölgeler, katliamlara, faili meçhullere, zorla kaybedilenlere, kayıplara, kadın cinayetleriyle hayattan koparılmış olanlara dair. Bu hayaletler hâlâ aramızda, hafızamızda yaşıyor.
Yapımcı ve senarist, belgesel ve kısa film yönetmeni Emine Yıldırım, kollarını bu kez ilk uzun metraj filmi için sıvadı. Beş yıllık emeğin sonunda ortaya çıkan “Gündüz Apollon Gece Athena”, bu hayaletlerin hikâyesini anlatıyor ve ruhlarının huzura kavuşmasının aslında biz geride kalanlara bağlı olduğunu hatırlatıyor. Hayaletler ve kayıplardan söz ediyoruz, ama film seyircisini karanlıklara çekmiyor; aksine, yüz güldürmeyi başarıyor. Yıldırım ve ekibin yola çıkarken ki pusulası da bu olmuş: “Film ferahlatıcı olacak, seyircisine iyi hissettirecek.”
Ezgi Çelik, Barış Gönenen, Selen Uçer, Gizem Bilgen, Deniz Türkali, Lale Mansur, Neyra Kayabaşı ve Melih Düzenli‘nin rol aldığı, Side Antik Kenti’nde çekilen “Gündüz Apollon Gece Athena”, yılın en iyi yapımlarından biri olarak öne çıkıyor. Tokyo Film Festivali’nde ödül alan ve Japonya’da gösterime giren film, geçen günlerde Adana Altın Koza Film Festivali’nde Ulusal Yarışma kapsamında Türkiyeli izleyiciyle buluştu. Film, ödülle döndüğü festivalin ardından, salondan çıkan izleyiciler ve sinema yazarlarının olumlu eleştirileriyle vizyon yolculuğuna devam ediyor.
Yıldırım, “İnsanlardan kaçamayız; insanları dinlemek ve yanlarında olmak zorundayız” diyor. Annesinin hayaletini arayan Defne ve ona eşlik eden hayaletleriyle izleyicisini “ferahlatan” filmi ve bir türlü yüzleşip huzura erdiremediğimiz hayaletleri ve filmini yönetmen Emine Yıldırım’dan dinledik.
Filmin aklınıza düştüğü anı merak ediyorum, oradan başlayalım mı?
O dönem memlekete dair ciddi bir aidiyet sorunu yaşıyordum. Kendimi buraya ait hissetmiyordum ya da daha doğrusu, hissettirilmiyordum. Kadınlara, muhaliflere, farklı düşünen herkese yönelen sistematik zorbalıkla, yaşam hakkımın elimden alındığını hissediyordum. Bunlar Türkiye için yeni değil elbette, ama bu kadar yakından deneyimlemek beni ister istemez bazı şeylere itti. O noktada düşündüm: “Zaten her şey bu kadar zor ve korkunçken, eğer bir film yapacaksam, bu film bana iyi gelen, şifalı bir şey olmalı.” Çünkü bir filmi yapmak yıllar sürüyor; büyük bir emek, para ve sabır istiyor. Bana iyi hissettirmeyecek bir şeyle neden bu kadar uğraşayım ki? Böylece hikâye yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Filmin hem mizahi hem şefkatli, duygusal bir tonu olmasını istiyordum, ama meseleleri seyircinin yüzüne çarpmadan hatırlatmak da önemliydi. Benim ve birçok insanın hayatında önemli olan meseleleri… Bunları bir araya nasıl getirebileceğimi düşünürken, birçok şey aynı anda gelişti. Side Antik Kenti’ne yaptığım yolculuk, Ezgi Çelikle çalışmak istemem, o dönemde stand-up’a başlamam… Tüm bunlar filmin tonunu belirledi.
Yaklaşık beş yıllık hazırlık süreci var filmin. Böylesi uzun bir süreçte en başından beri pusulanız neydi?
En başından beri şunu biliyorduk Bu film ferahlatıcı olacak, seyirciyi iyi hissettirecek. Ama didaktik, öğretici
ya da propaganda gibi olmayacaktı. Uzun süredir senarist ve yapımcı olarak çalışıyorum ve biliyorum ki insanlara kafasına vura vura hiçbir şey anlatamıyorsunuz. Sinema böyle bir mecra değil. Seyirciyi büyülemeniz, baştan çıkarmanız gerekiyor. Bu farkındalıkla senaryoyu kurduk, hikâyeyi akıcı hale getirmek için çok uğraştık. Ursula Le Guin’in Yerdeniz Üçlemesi’nden bir örnek hep aklımdadır. Le Guin bir röportajında der ki; “Okur altmış sayfa boyunca karakteri izler, altmışıncı sayfada onun siyah olduğunu öğrenir.” Ne kadar doğru bir strateji! Hikâye önce seni içine alır, sonra algını kırar. Biz de filmde tam olarak bu tür bir zanaatkârlığın peşine düştük.
Hayaletler üzerinden hikâyeyi anlatma fikri nereden çıktı?
Defne karakteri insanlardan kaçan, asosyal bir karakter. Ama birden hayalet görmeye başlıyor. “Al sana biraz daha insan. Şimdi kaçamazsın da!” deme fikrinden, bu kontrasttan yola çıktık. Buradaki meselem şuydu aslında, “İnsanlardan kaçamayız, insanları dinlemek ve yanlarında olmak zorundayız.” Bu hayaletlerin her birinin bir temsiliyeti, bir metaforu ve toplumsal bir anlamı var. Ama benim için önemli olan yalnızca bu değildi. Onların birer karakteri, kişiliği, duyguları da olmalıydı. Bu dünyaya ait olmaya devam eden bu figürlerle empati kurabilmek çok önemliydi. Hikâye de tam olarak bu kontrasttan, yani kaçma isteğiyle yüzleşme zorunluluğu arasındaki gerilimden doğdu.
En dikkat çeken karakterlerden biri Hüseyin. Kendisi zorla kaybedilen kayıplardan biri ve biz Hüseyin’in hayaletini görüyoruz. Hüseyin’in hikâyesini nasıl kurdunuz?
Hüseyin karakteri aslında çevremdeki, ailemdeki insanlardan esinlendi. Özellikle 80’lerde mücadele etmiş, işkence görmüş, yakınlarını kaybetmiş insanlar var ailemde. Onlarda beni çok etkileyen bir şey fark ettim: Bu kadar ağır şeyler yaşamalarına rağmen içlerinde inanılmaz bir yaşam sevinci var. Sanki “Bunca şeyi gördük, hâlâ yaşıyoruz, o zaman devam etmek zorundayız” diyorlar. O direnci, o yaşama ısrarını çok etkileyici buldum.
“Çözülmesi gereken meseleler var”
Spoiler olacak. ama merak etmeden duramıyorum. Diğer hayaletler “huzura” erip bu dünyaya veda ederken Hüseyin için aynı şey geçerli olmuyor. Hüseyin’in yolculuğuna nasıl karar verdiniz?
Eğer Hüseyin’i “öbür tarafa” gönderseydik, bu duyguyu istismar etmiş olurduk. Açıkçası bu kararı çok düşündük — Barış Gönenen’le, Ezgi Çelikle, Dilde Mahalli’yle… Ama sonunda şunu hissettik: Hüseyin şu anda gidemez. Çünkü onun hikâyesi bitmedi. Bu mesele çözülmeden, o gitmeden önce yapılması gereken şeyler var. Bir de sanırım Defne’yi yalnız bırakmak istemedi. Ben bazen şöyle düşünüyorum: Hüseyin gitmedi, ama Antik binlerce yıl sonra gitti. Hüseyin de bir gün gidecek elbette, ama henüz zamanı değil.
Sizin yanınızda taşıdığınız, huzura ermesini istediğiniz bir “hayaletiniz” var mı?
Var.. Birkaç dostum çok erken yaşta hayatmı kaybetti. Bazıları bu dünyadan çok üzgün bir şekilde gitti. Umarım şu anda daha iyi bir yerdedirler. Onları zaman zaman düşünüyorum. Hayat kolay değil çünkü. Elbette bu film bir şefkat ve sevgi peşinde, ama ben hayatın kolay olmadığını hiç unutmuyorum. Mutlu ve optimist olmak kolay değil. Sanırım yasla da yüzleşmek gerekiyor. Ancak o zaman yavaş yavaş geçiyor.
Defne’nin annesi, çocuğunu bıraktığı için mahvolan klasik “anne” figüründen çok uzak. Diğer yandan, kızına kendini anlatmaya çalışan bir anne var. Bu temsillerin her biri kadını, annelikten bağımsız biçimde kadın olarak var ediyor. Bu temsilleri nasıl kurguladınız?
Birbirinden çok farklı annelik halleri var, hepsini kucaklıyoruz. Filmde gördüğümüz tüm kadınlar, geçici birer anne figürü aslında. Bence annelik benim için çok geçişken bir şey. “Kutsal annelik” anlayışı ise kadınlara büyük zarar veriyor. Kadınları yalnızlaştırıyor. “Bir çocuğu bir köy büyütür” derler ya, ben de buna inanıyorum. Çocuğun bakımını sadece anneye yüklemek doğru değil. Dolayısıyla filmde bu farklı annelik biçimlerini göstermek ve normalleştirmek istedik. Annelik tek tip, idealize edilmiş bir duygu değil. Kadınlar annelikle ilgili “mükemmel hisler” taşımak zorunda değil. Bu da gayet insani ve doğal.
Başlarken memleket ve aidiyetten söz ettiniz. Filmin izleyiciyle buluşması, festival yolculuğu… Bunlar, aradığınız aidiyet hissini nasıl etkiledi?
Açıkçası çok mutlu oldum. Çünkü istediğimi yaptım. “İnanılmaz bir şey başardım” demek gibi değil, ama kalbimdeki en önemli değere ihanet etmedim. Bu yüzden çok mutluyum; böyle bir şey yapabildiğim için minnettarım. Öldüğümde pişmanlık duymayacağımı bilmek benim için çok değerli ve umut verici. Üstelik her gün, tanımadığım insanlardan teşekkür mesajları alıyorum. “Bu filmi yaptığınız için teşekkürler, bana çok iyi geldi” diyorlar. Benim için en önemli şey de bu: Arkadaşlar yalnız değilsiniz, hepimiz farklı duygulardan geçiyoruz. Ve bir şekilde buradayız, beraberiz, devam ediyoruz. Kolay değil, biliyorum. Ama bu hissi hatırlatmak çok önemli. Çünkü kolaycılık tehlikeli; vazgeçmek kolaydır. Sevgi ya da dayanışma belki popüler değil, ama olsun. Bu yüzden gerçekten çok mutluyum. Bunu kibirli bir yerden söylemiyorum; sadece “bir nebze de olsa faydam oldu” hissinden hareket ediyorum.
(Agos, 10.10.2025)



Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN