Tuğçe ÇELİK
”Bedeninin mülkiyetini bile elinde bulunduramayan kadınlar… Onların ezilmişliğinin, sömürülmesinin haddi hesabı yok. Duygu Asena’ya selam çakmak istedim; erkek karakterlerimin hiçbirine isim vermedim. Varsın bir romanda da erkeğin adı olmasın.”
Demet Cengiz’in son kitabı Göl Kıyısında Leylâ, yazarın ‘Su’ üçlemesinin son romanı. Demet Cengiz’e son romanını ve yazım sürecini sorduk.
Genç bir kız elimizden tutuyor ve bizi bir geneleve götürüyor. Bir genelevi nasıl bu kadar iyi anlatabildiniz?
Bir kadın olarak hiç genelevde bulunmadım. Dışarıdan gördüm, sokaklarında yürüdüm ama içerilerine hiç girmedim. Mekânı sadece hayal gücümle oluşturabilirdim. Vesikalı veya vesikasız 80’lerde, 90’larda bu korkunç hayatları yaşamak zorunda kalmış kadınları buldum ve onlarla pek çok kez görüştüm. Adnan Oktar’ın tuzağına düşmüş ve o tutsaklıktan çıkamamış kadınlarla da konuştum. Sonra garip bir şey oldu. Yolu genelevden geçmiş kadınların hayatlarını yazdığıma dair bir yanlış bilgi yayıldı. Öyküsünü anlatmak isteyen onlarca kadın beni aradı. Böyle olması beni çok yaraladı. Hepsinin sesini duyurmak bir yana bazı nedenlerle hepsini dinlemeye mecalim bile yoktu.
Neden mecaliniz olmadığına da değinmek isterim ancak anlattığınız bir genelev… Bunu konuşalım.
Gerçek bir kişiden esinlendim ve pek çok söyleşi yaptım ama o mekânı kafamda kurguladım. Herkes mekânın tasviriyle ilgileniyor ama ben en çok orada olma duygusuna girmekte zorlandım. Orada olmayı hissedemediğim için başlamam gecikti. Birkaç denemeden sonra orada olmayı etimle, kemiğimle hissettim; korkunçtu. Çok acıydı. O acıları hissettikten sonra yazabildim. İnsanların birbirlerini yaralamaları beni hep incitir. Dünyanın toz pembe bir yer olmadığını da biliyorum ama yine de acı çeken insanlara kahrolmaktan kendimi alamıyorum.
Buradaki kadınlar kimliksizleştirilmiş, isimsizleştirilmiş. Yoklar sanki. Ve romanda hiçbir erkek kahramanınıza isim vermemişsiniz.
İnsanlık belki çok kısa bir süre hariç hep erkeğin egemen olduğu bir medeniyet yaratmış ve bu medeniyet kadını yok saymış. Hele bedeninin mülkiyetini bile elinde bulunduramayan kadınlar… Onların ezilmişliğinin, sömürülmesinin haddi hesabı yok. Pavyonlarda, genelevlerde hep başka isimler verilir bu kadınlara. Bundan âlâ kimlik sorunu olabilir mi? Zorla alıkonulan, kimliklerine el konulan kadınlar! Bundan âlâ kimlik sorunu olabilir mi? Duygu Asena’ya selam çakmak istedim; erkek karakterlerimin hiçbirine isim vermedim. Varsın bir romanda da erkeğin adı olmasın.
Roman Leylâ’ya bir şiirle başlıyor ve yine Leylâ’ya bir şiirle bitiyor. “Ah Leylâ, kaldır başını! Senin değil bu utanç; kaçırma o muhteşem bakışını!” diyorsunuz.
Sanki artık giderek insanlar daha utanmaz oluyorlar. Kimsenin yüzü kızarmıyor. Suçlarını göğüslerini gere gere sergiliyor insanlar; bununla övünüyorlar. Utanmazlar çağında yaşıyoruz ve bu çağda ne yazık ki sadece masumlar utanıyor hem de hiç utanmamaları gerekirken.
Romanın sonunda ana karakterin yazara sağlık dilemesinden çok etkilendim.
Romanın beşte ikisini yazmıştım ki meme kanseri tanısı aldım. Tedavim sürerken kalanını yazdım. Biraz zorlu bir süreçti. Leylâ’nın, Leylâların elini tuttum ben. Onlar da benim elimi tuttu. Sanırım buna ihtiyacım vardı. O sıhhat dileği sanki kahramanımım fikriydi. Bana öyküsünü anlatmak isteyen kadınları dinlemeye mecalim yoktu, demiştim. Bu yüzdendi. Tedavi görüyordum.
Bir sürpriz de kitaptaki bölüm sembolleri… Anlaşılmaz semboller romanın sonunda bir şiire dönüşüyor.
Sümer tabletlerinde yer alan dünyanın en eski aşk şiiri/şarkısı Şu-Sin’in simgelerini Prof. Dr. Hakan Erol bu roman için çıkardı. Kutsal evlilik ayinlerinde söylenen bir şarkı bu. Sümer tanrıları İnanna ve Dumuzi’nin birleşmesi ile başlayan, sonra krallar ve İnanna’nın rahibeleri (tapınak fahişeleri) arasında devam eden kutsal evlilik ayinleri… Tapınak fahişesi “Güvey sevdiceğim” diyerek damada sesleniyor. Bugünün fahişelerini anlatırken binlerce yıl önceki bu kadınları da anmak istedim. Konsept tamamen farklı ama öyle yapmak geldi içimden.
Romanın çok sert olduğu eleştirileri yapıldı. Sertliğin nedeni?
Yaşamın kendisinin sertliğine hiçbir kurgu erişemez. Kafamızı çeviriyoruz. Başkalarının acılarını, dertlerini, uğradıkları haksızlıkları, yaşadıkları dezavantajları, trajedileri, şiddeti görmezden gelip kafamızı diğer tarafa çeviriyoruz. Hiçbir şeyi sert anlatmıyorum. Sadece anlatıyorum. Bu, anlatılanların sertliğidir. Benim veya dilimin sertliği değil… Kimilerinin masalsı, kimilerinin şiirsel fanteziler diye andığı bölümler ise benim yazar olarak o sertliğe karşı çektiğim kuş tüyü yastıklarım. Belki sadece böyle katlanabiliyorum yaşamın ve anlatılanın sertliğine. Okuru madem sert zeminlerde yatırıyorum hiç olmazsa başının altına yumuşak bir yastık koyayım istiyorum.
Anlatım demişken, hep aynı anda pek çok konuyu işliyorsunuz. Yorucu olmuyor mu?
Yine bu da sadece bana bağlı bir seçim değil… Hayat bu! Aynı anda pek çok şey oluyor. Bir şey olurken başka pek çok şey de oluyor.
“Birinin yandığı cehennem ötekine cennet olabilir mi?” Roman bu soruyu sorduruyor. Olabilir mi?
Bu, Göl Kıyısında Leylâ romanının kendi içinde sorduğu bir sorudan ziyade üçlemenin tamamı için akla getirdiği bir sorgulama. Birinin cehennemi ötekine cennet olabilir tabii ama ateş ne zaman yandı ne zaman söndü, cennet beklentisi tam olarak ne? Daha fena bir cehennemden gelen senin cehennemini cennete benzetebilir mi? Yaşamda hiçbir şey sabit kalmadığı için her şey bir başka şeyin yerini alırken mümkün… Ancak bir esaretten ötekine koşmuşsan kurtuldun sayılır mı?
İlk iki romanda aynı aileye ve kişilere farklı açılardan bakıyordunuz. Göl Kıyısında Leylâ romanı da önceki karakterleri bağrına basıyor. Üçleme ile bir evren kurmuşsunuz. Bir evren kurmak mı daha zor yoksa her seferinde yeni bir dünya yaratmak mı?
Bir evren kurmanın kolay olduğunu düşünmüyorum. O evrende kurduğunuz dünyaların her biri de yeni bir yaratımdır.
(Birgün, 13.12.2025)


Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN