Post image
Edebiyat tarihi savaş kitabıdır

P1D2340718G_px_640_

Murat Şevki ÇOBAN

Goncourt Ödüllü Atiq Rahimi, NDS Edebiyat Ödülü’nü almak üzere Türkiye’ye geldi. Yazar, “İslamiyet’te masumiyeti muhafaza etme kaygısı, muhafazakârlığı doğuruyor” dedi.

Fransa’nın en prestijli edebiyat ödülü Goncourt’a değer görülen bir edebiyatçı, filmleri Afganistan’ın En İyi Yabıncı Film Oscar’ı için aday adayı olan bir sinemacı Atiq Rahimi. Hayatı, mekânlar, diller arasında mekik dokuyarak geçen, her yeri “evi” kabul eden bir sanatçı. Rahimi, Nötre Dame de Sion tarafından verilen NDS Edebiyat Ödülü’nü almak üzere Türkiye’ye geldi. Edebiyatı, sineması ve hasreti üzerine konuştuk. Söz, Rahimi’de.

Edebiyattan önce sinema vardı hayatınızda. Bir yazarın yalnızlığı ile sinemanın çoğulculuğu bünyenizde nasıl buluşuyor? Dengeliyor mu bunlar birbirini?

Aslında ben edebiyatla başladım 13 yaşında, Afganistan’da şiirlerim yayımlanmaya başladı. 1985’te Fransa’ya iltica ettiğimde, Fransızca yazabilecek kadar dile hâkim değildim. Farsça yazsam ne fayda, kim okuyacaktı beni? Bense yaratmak istiyordum. 0 yüzden sinema eğitimi almaya başladım…

Sinemanın dilini öğrenmek, Fransızcayı öğrenmekten daha mı kolay geldi?

Kesinlikle. Reklam çekerek başladım, sonra çeşitli belgeseller de çektim. Yazmaya çok sonradan, 1996’da başladım. Taliban, o yıl Afganistan’da yönetimi ele geçirmişti. Fransa vatandaşlığına o yıl kabul edildim; kızım o yıl doğdu.

Ve kötü haberler de aldınız aynı yıl…

Evet, kardeşimin 2 yıl önce Afganistan’da öldüğünü de 1996’da öğrendim. Yazmak, benim için yas tutmaktı. Farsça yazarak başladım; ülkemle, kimliğimle tek irtibatım dilimdi. Şimdi; film çekerken bir yazar, yazarken de sinemacı oluyorum. Film çekerken bir çocuk gibisiniz, bütün oyuncaklarınız elinizin altında; oyna oynayabildiğin kadar. Bir dönem sonra yalnız kalmaya ihtiyaç duyuyorsunuz. Yazarken ise sözlüklerden başka dostunuz, danışacağınız kimse yok. Ben ikisine de ihtiyaç duyuyorum.

“Bir yerde üç haftadan fazla kalamıyorum; seyahat etmem gerekiyor” demişsiniz. Belki sanat dallan arasındaki yolculuk da çekiyordur sizi…

Ben daimi gezginim. İnsan ülkesini terk edince, sonsuza dek mülteci kalmaya mahkûm oluyor. Nasreddin Hoca‘nın bir öyküsü vardır: Sokak lambasının altında hararetle bir şeyler arar Hoca. Onu gören komşuları; “Hoca, ne yapıyorsun” derler. “Anahtarımı arıyorum” der Hoca. Yardım etmeye başlarlar. Beş dakika geçer, yok; 10 dakika geçer, yok. Sonunda adamlar sorar: kaybettiğine emin misin? “Yo” der Hoca, “Evimde kaybettim.” “E, o zaman niye burada arıyorsun anahtarını” derler. Hoca da “Çünkü evimde ışık yok” der.
Benim ülkem karanlıktı; savaş vardı, terör vardı. Kendimi bulmak için ışığın, özgürlüğün olduğu bir yere, Fransa’ya gittim. Ama anahtar orada değildi…
Anahtar, Afganistan’daydı ama ben anahtarı hayal gücümde de buldum. Sanatta buldum, sinemada buldum. Benim için edebiyat da bu.

patiencestone_hands

İşlerinizde; gerçekle hayalin iç içe geçmesi de bundan mı kaynaklanıyor?

Rüyaların merkezî bir rol oynaması… Ben realist bir yazar değilim. Nietzsche, “Sanat, biz hakikat yüzünden ölmeyelim diye var” der. Hakikati biz yaratırız. Sanat dolayısıyla bizi dünyevi yaşamdan hakikate sürükler. Kundera‘nın da bir sözü var: Roman, gerçekleri değil, olasılıkları yansıtır.

Siz de “Benim için yazdığım her şey bir olasılık” diyorsunuz…

Aynı zamanda olanaksızlık da. Bu ikisiyle oynuyorum, olanakla olanaksızlığın arasındaki bütün sınırları keşfediyorum. Kanımca sanatın temeli de bu.

Eserlerinizde “ses” veya “sessizlik” önemli bir yer tutuyor. Hemen her romanda karakterler konuşma yetisini kaybediyor, lâl kalıyor. “Bizim topraklarımızda mesele ‘Olmak ya da olmamak’ değildir, ‘Söylemek ya da söylememektir mesele, diyorsunuz…

Psikanaliz niye var? Lacan, “Bilinçaltımız, dilimizdedir” der. Şems-i Tebrizi de şöyle diyor: Dinleyebilseydik eğer, göstermek zorunda kalmazdık. Oysa dudaklarımız mühürlü, kulaklarımız tıkalı, kalplerimiz kapalı. Demek ki 13’üncü yüzyılda da böyle bir sorunumuz vardı: Baskı hep vardı. Söz, bizim için varoluşsal bir fenomen. Bütün romanlarımda ses önemli bir yer tutar. Sessizlik çünkü, konuşamamak bir dönem sonra eyleme dönüşür.

Nasıl bir eyleme?

Savaşa, katliamlara. Sabır Taşı romanımda dört- beş sayfa boyunca bir sineği anlatıyorum. Sinek dolaşır durur, adamın ağzına girer, burnuna konar. Romanı yazarken Kabil’deydim. Dışarıda intihar bombacıları vardı, cadde kapatılmıştı. Hamam gibi bir odada yazmaya çalışıyordum, ama odada benden başka bir de sinek vardı. Vızır vızır dönüp durdu gün boyu. En nihayetinde onu öldürmek için çabaladım durdum, kaçtı. Ben de sineği romanda öldürdüm. Benim için edebiyat işte bu.

Bu aralar nereye “evim” diyorsunuz?

Dünyaya.

Fransızcasına güvenmediği için yazmayan birinden, ülkenin en büyük ödülü olan Goncourt’a değer görülen bir yazara… Nasıl bir paradoks bu?

Ben hâlâ Fransız bir yazar gibi yazamıyorum aslında. Fransızcanın içinde kendi dilimi kurdum. Fransızca yazarken Farsça retorikle, Farsça yazarken de Fransızca retorikle yazıyorum. Bernard Pivot, “Atiq Rahimi okurken, başka bir dili okuduğumu hissediyorum” diyor. Sanırım haklı.

SUÇ VE İSLAM: Ben değil, o yaptı

Bütün romanlarınızda savaş var. Edebiyat, kan dökülmesini mi ister?

Edebiyat tarihi, özünde bir savaş kitabı gibidir.

Şahname’yl ele alın, Odysseia ve İlyadayı ya da, Hindistan’da Mahahharatây bakın, Japonya’da Savaş Sanatı’nı okuyun isterseniz… Hepsi savaşları anlatır. Savaş sırasında varoluşsal bir kapı açılır; ölüm ve yaşam üzerine düşünürüz. Zalim de vardır, mazlum da. İnsan, saklı yüzünü gösterir. Ben savaşı bir dekor olarak kullanıyorum aslında, karakterlerin saklı yüzünü göstermesini bekliyorum. Ayrıca savaş suçluluk duygusu üzerine de düşünmemizi sağlar. Biz suçu hep ötekine atarak yaşıyoruz yoksa.

Kahrolsun Dostoyevski’de Rasül, “Ben yapmadım. Dostoyevski yaptı” diyor…

Kesinlikle. Savaş, ama “Bu savaşın sorumlusu kimdir” sorusunu da beraberinde getirir. Bu sorunun bir cevabı var mı sizce? Biz, hepimiz. Deleuze, “Savaş bir makinedir” der; savaşta her şeyin bir işlevi vardır, tıkır tıkır işler. Hepimiz bir noktada sorumlu oluruz. Mesela Afganistan’daki iç savaştan herkes sorumluydu. Dinlerin, dinselliğin de bu sorumluluk duygusunu algılamamıza etkisi var tabii ki.

Nasıl?

Hıristiyanlık’ta herkes günahkâr doğar ve bağışlanmayı diler. İslamiyet’te ise insan masum doğar ve hayatı boyunca masumiyetini muhafaza etmek durumundadır. Muhafazakârlık da buradan doğar İslam’da. Kişi, masum kalmalıdır, dolayısıyla suç hep ötekine atılır. Kadın-erkek ilişkilerinde bile böyle bu. Kadın neden örtünür? Erkek yüzünden. Kadının sorunu değil ki bu, ama adam “Ben masumum, onun yüzünden” diyebilir. Suç hep ötelenir. Sorumluluk hep ötelenir. Ruhaniyet, işte, dünya algımızı nasıl değiştiriyor, görüyor musun?

(Taraf, 28.05.2014)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.

SİZ DE YORUM YAZIN