
Tanrı’nın Yalnız Çocukları Metin Yaban Doğan Kitap 232 s.
Kitaptan;
“… Denizin ortasında birden durduk. Daha karanlık. Benzin mi bitti, motor mu bozuldu; ne bileyim ben niye çalışmıyor. Düdük çalıyoruz, çığırıyoruz ama nafile. Deniz kudurmuş. Su da alıyoruz bir yandan. Can yeleği var ama bildiğin sünger. Suyu emiyor. Çıkardım attım. Ağlayanlar mı dersin, kusanlar mı dersin… Çocuğun biri denize düştü. Peşinden babası atladı. Biz daha bir şey yapamadan dalgalar aldı, götürdü onları.”
Issa, Muhammed, Ferid ve daha niceleri… Midilli’nin Moria göçmen kampında kalan Güney Sudanlı, Afgan, Suriyeli çocukların hikâyesi bu. Bir şekilde hayata tutunmaya çalışan, savaş, açlık, ve sefaletten kurtulup daha iyi bir hayat isteyenlerin çarpıcı, acı ve öfkeli hayatı. Zeytin ağaçlarının altında savaşın kanlı yüzüyle tanışmış, zeytin dalı gördüklerinde barışı değil savaşı hatırlayan çocukların romanı.
Ezgi DARYÜREK
Yaşadıklarımı, gördüklerimi ve dinlediklerimi bırakın kâğıda dökmeyi hatırlamaya cesaret etmem dahi kolay olmuyor.
Kimilerinin insani yardım çalışanı, kimilerinin sivil toplumcu dediği kişilerden biriyim ben.
İstanbul’u terk edip Atina’ya gelmeden önce İstanbul ve Beyrut’ta mültecilerle 5 yıl çalıştım. İnsanların hayatlarının tamamen doğal seyrinde giderken nasıl bir anda tepetaklak olabileceğini ve mülteci kimliğinin nasıl da herkesin bir gün giyebileceği bir kimlik olduğunu gördüm.
Alanda çalışırken ‘anılarımı yazarım’ diye aldığım onlarca defter yepyeni duruyor. Sayfalar bomboş. Ben o boş sayfalara baktığımda Afgan kadınları, kız çocuklarını, işkence görmüş insanları, parçalanmış aileleri, geride kalanları, torunları okuyabilsin diye son günlerini ülkesinden binlerce kilometre uzakta geçirmeye razı insanları, toprak götürebilir miyiz diye soranları, muhabbet kuşlarından ayrılacakları için ağlayanları, kedim gelmezse ben de gitmem diye senelerce beklediği dosya onayını yakmayı göze alanları, bir poşet zahteri, bir el dokuması kilimi, iç savaş zamanı dahi birbiriyle savaşan iki cephenin aynı anda dinlediği Feyruz’u, ailelerinden biri gibi kucaklanmayı, ilk kez kalem tutmayı, uzun zaman sonra ilk kez gülen insanların yüzünde görülen o tuhaf ürkek ifadeyi görüyorum. Hepsi o boş sayfalarda, kafamın içinde ve kalbimin içinde ben imle yaşıyor.
Birkaç hafta önceydi. Telefonuma bir mesaj geldi: Siz de benim gibi insani yardım çalışanısınız. Kitabım ilginizi çeker, diye düşündüm.
Kitabın yazarı Metin Yaban, uzun yıllar Midilli’de çocuk koruma ekiplerinde çalışmış. Bana kitabının kopyasını göndermek istiyordu. Kendi iç dünyamızdaki savaştan bir kaçışın olup olmadığını Midilli’ye gittiğimde kendisiyle yüz yüze tartışmaya karar vererek kitabı okumaya başladım.
İki ay sonra Pire Limanı’ndan yola çıkıp 12 saatlik bir yolculukla varacağım Midilli’nin ve üniversite olarak saha çalışması yapacağımız Moria göçmen kampının hikâyesine daldım.
Atina ve çevresinde, söylenene göre koşulların daha iyi olduğu ana karadaki mülteci kamplarında bulunsam da adalardaki kamplarda daha önce hiç bulunmadım. Şunu söyleyebilirim ki romandaki ana mekân olan Moria göçmen kampı burada, Yunanistan’da herkesin ismini duyar duymaz utançla andığı biryer. COVID döneminde kampta çıkan korkunç büyüklükte yangınlarla tamamen kül olan ve 13 bin sığınmacının aylarca yatacak yerinin bile kalmadığı olayla anılıyor hâlâ. Kamplarda hâlâ su yok. Kamplarda hâlâ sabun yok. Kamplarda hâlâ kadın pedi yok. Kamplarda hâlâ çocuklar korunamıyor. Aslında şöyle bir durup düşününce insanın en başta sorması gereken soru da şu:
“Bu yüzyılda kamplar neden var?”
Kitabın ana karakterleri Issa, Muhammed ve Ferid’in günlük yaşamına ortak oldum.
Kampta bir gün nasıl geçer, orada insanlar neler yapar, ilişkiler nasıldır? Bilmiyorum bunlar üzerine hiç düşünmüş müydünüz?
Sistem bunlar üzerine düşünmemizi istemez. Bir insani yardım çalışanı olarak size bir sır vereyim şimdi. Sistem her sığınmacıya bir numara verir ve bizim de onları o dosya numaralarıyla ayırt etmemizi ister. İnsanlar, yüzler, hikâyeler ve duygular gider, dosya numaraları gelir. Bir dosya reddedilir. Dosya reddedilince üzülmen daha az olur. O dosyayı numaraların ötesinde bir insan ve ailesi olarak görürsen işe devam edemezsin derler. Edersin aslında. Ediyorsun. İnsanlığını kaybetmeden de bu mesleği yapmak mümkün. Bak o hikâyeler film oluyor, roman oluyor, anlatılıyor ve anlatılacak. Dosya numarası olarak kalmayacaklar.
Silahın kabzası yere çarpmasın diye askının kayışına düğüm atmak zorunda kalmak ne demek mesela? Çocuk yaşta Taliban için, DAEŞ için savaşmaya zorlanmak demek.
Avrupa’da bir eğlence parkındasın diyelim, o yaşta çocuklar oyuncaklara binerken girişteki boy cetvelinde önce kontrol edilir. Ancak bahtsızsın, Afganistan’da doğmuşsun, eğlence parkı yok, çocuk asker olmak var. Kamptaki çocukların oyunları bile bu; savaş, sınırı geçmek ve jandarmaya yakalanmamak.
Yalnızca kampta değil, nerede olursan ol sanırım göçmenliğin ana unsuru beklemek. Geçici izin kâğıdı beklemek, seyahat izni beklemek, yemek çeki beklemek, mülakat tarihi almayı beklemek, tercüman beklemek, mülakat tarihi verildi şimdi görüşmeyi beklemek, mülakatın sonucunu beklemek, doktor beklemek, doktorla konuşmak için yine tercüman beklemek, avukat beklemek, avukatla görüşmek için yine tercüman beklemek… Göçmen olmak demek ne getireceği belli olmayan yarınları beklemek demek. Bu bekleyiş esnasında da kafana bombalar yağmayan bir yerde olduğun için her gün minnettar olman gerekir.
ANADOLU’NUN KAYIP ÇOCUKLARI
Atina Üniversitesindeki bölüm başkanım ilk günkü konuşmasında “Medya ve Göç” üzerine bir programı kendilerinin açmasının tesadüf olmadığını söylemişti. Bölümü kuran profesörlerden üçünün ailesi de mübadeleyle Midilli’ye göç ettirilmişti. Bölüm başkanı “Bizler Anadolu’nun kayıp çocuklarıyız” demişti. Bugün Midilli’deki göçmenlerin yaşadıklarını yüz sene evvel kendi dedelerinin yaşadığını ve doğup büyüdüğü İzmir’in Çandarlı kasabasına hasret biçimde öldüğünü anlatır. İşte o Anadolu’nun kayıp çocuğu hocamın Midilli’den arada günübirlik bir kaçamakla Ayvalık’a geçip bir ekmek arası döner ve bira yuvarlayıp aynı feribotla geri dönmesi meşhurdur.”
Feribota biner ve adayı karşı kıyıdan izlemenin keyfini sürer. Evine bir diğer evinden bakar. Kaldığım mahallede bir duvar yazısı var:
Avrupa’nın en büyük göçmen mezarlığı olan Yunanistan kıyılarına hoşgeldiniz. İyi tatiller.
Maksadımız hepimizin yaz boyunca defalarca ziyaret ettiği adalarda keyfinizi kaçırmak değil, o denizlerin tadını çıkarırken yanı başımızda ve gözümüzün önünde yaşanan bu insanlık dramının da farkında olmanız.
(Kafa Kitap Kafası, 01.06.2025)

Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN