Röportaj: Ayşegül Uyanık ÖRNEKAL
Bu soru ilk anda size garip gelebilir. Oysa günümüzün dijitalleşen dünyası, modernizm ve kapitalizmin de etkisiyle bireyi benmerkezci bir hale sürüklüyor. Aslında her insanın dünyaya gelişinde farklı bir “anlam” bulunuyor.
Davranış Bilimleri Uzmanı Dr. İlhami Fındıkçı’nın “En büyük soru: İnsan” başlığı ile başlayan yeni kitabı “İnsanın Anlamı”, günümüz toplumuna kendini bilmek, kendi olmak gibi temel kavramlardan başlayarak varoluş amacını sorgulatıyor. Zamandan benliğe, iradeden vicdana dek farklı konu başlıklarıyla bu anlamı yeniden hatırlatmaya çalışan Dr. Fmdıkçı’dan kitabına dair merak ettiklerimizi öğrendik.
Kitabınıza verdiğiniz “İnsanın Anlamı” ismiyle ne anlatmak istiyorsunuz?
Bugün yeryüzündeki en büyük kriz, insanın kendi anlamından uzaklaşmasıdır. İnsan kendi olmaktan, kendini bilmekten ve temel insani değerlerden hızla uzaklaşıyor. Tam da bu nedenle; insanın gölgelenen, yaralanan ve zamanın dışına itilmeye uğraşılan anlamına sembolsüz, doğrudan, duru bir biçimde işaret edebilmek adına bu ismi tercih ettik. Varlık nedeninden uzaklaşan insan, “ben” denizinde boğuluyor. Bakın, insanın kendi anlamından uzaklaştığını anlamak için dünyanın uzaktan çekilmiş bir resmine bakmamız yeterli. Savaşlar, doğaya yönelik katliamlar, parçalanan ülkeler, yerlerinden edilmiş insanlar, hızla irtifa kaybeden aile kurumu, ekranların arasına sıkışan günlük yaşam, dijital ortamlardan kendi gerçeğine zaman bulamayan ve hızla çoğalan insanlar, çığ gibi artan ruh sağlığı sorunları, hızla artan şiddet, kadın cinayetleri, insandan insana zulüm…
Bilimsel verilere göre, insanlar hızla narsisizme yöneliyor. Hayatımızda ötekine yer vermiyoruz artık! Çünkü anlamımızdan uzaklaşıyoruz. İnsan olmanın erdemlerinden ayrı düşüyoruz. İşin ilginç tarafı, bunu da bilmiyoruz. Daha da vahim olan şu ki bunu bilmediğimizi de bilmiyoruz. Oldukça trajiktir ki bizi buralara getiren nedenleri, araçları, gelişmeleri seviyoruz. Celladına aşktır işte bu…
Günümüzde insan olmanın ve insan kalmanın zorluğundan bahsediyorsunuz. Bu da teknolojinin hayatımıza bu denli nüfuz etmesinden kaynaklanıyor, öyle değil mi?
Kuşkusuz insani erimede teknolojinin etkisi var, ama burada birçok etkenden söz edilebilir. Teknoloji esasen bir imkan, önemli bir araç. Bir enstrüman aslında. Ama araçlar “amaç” konumuna yükseltildiğinde toplumsal faydanın, şifanın yerini kaos alıyor ve bireysel ya da sosyal planda ciddi sapmalar açığa çıkıyor. Yapmamız gereken; araçları yeniden araç, amaçları da yeniden amaç konumuna getirerek, ikisinin de hakkını vermek. Kitaptaki asıl soru ve yanıt, zaten insanın gerçek amacının ne olduğu konusuna odaklanıyor. Yani bir insanın ruh sağlığının yerinde olması ve psikolojik dengesi için kendine sorması gereken yegane soru, “Ben niçin varım?” sorusudur. İşte yeni yaşam düzeni, teknolojinin de yardımıyla bizi bu sorudan ve bu sorunun cevabından hızla uzaklaştırıyor. Teknolojiyi amaç haline getiren egemenlerin zorlamasının sonucu olarak haz ve hıza boğulan hayatımız, mana değerlerinden uzaklaşıyor.
Bu durumu sadece teknolojiyle sınırlamak yerine, genel olarak Sanayi Devrimi’nden bu yana yüzyıllar içinde gelişerek, yaşamın bir parçası haline gelen modernizmin dayatmaları olarak da ifade edebiliriz sanırım. Erich Fromm’un geçen yüzyılda kaleme aldığı “İnsan öldü, onu biz öldürdük. Yaşasın nesneler, yaşasın makineler” sözü, sizce bugün yaşadığımız durumun değerlendirmesi ve geleceğe dair bir öngörü olabilir mi?
Tam da böyle. Erich Fromm, insanı ve insani erdemi kendi elimizle yok eden bir duruş ve davranış içinde olduğumuzu söylüyor. Ancak bu gidiş, sıradan insanın işi değil. Sıradan insanlar aslında bu anlam yitiminin kurbanları. Asıl egemen güçler yani daha fazla maddi varlık peşinde koşan kişi, şirket ve devletler bunu körüklüyor. Nesneler canlının, suretler gerçeğin önüne geçiyor.
Aslında Sanayi Devrimi’nden, Fromm’dan ve modernizmden çok çok önce “makine insan” kavramı ortaya atıldı ve insanın ruhsal/ varoluşsal boyutu tartışmaya açıldı. “İnsan, düşünen hayvandır” mottosuna kadar gider bu tartışmalı süreçler. Yani farklı bakışlar hep vardı. Felsefedeki idealizm ve materyalizm savaşı, zaten bu kamplaşmanın ana zeminidir. Teknolojik devrim de bu var olan kamplaşmayı derinleştirdi; bizi daha riskli bir noktaya taşıdı. Riskleri iyi analiz etmeli, tüm boyutlarıyla resmetmeli ve çıkış önerilerini tartışmalıyız.

İlhami Fındıkçı : “İnsan, ‘üns’ kelime kökünden geliyor. Bu da bağ kurmak, bağlanmak demek. Yani insanın bağ kurma, bağlanma, ait olma ihtiyacı vardır. Mesele şudur ki günümüz dünyası insanın bağ kurma ihtiyacını zayıflatıyor.”
Geçmişe oranla manevi hazzın yerini alan maddi hazlar ve beğenilme arzusu insan yaşamını nasıl etkiliyor? Yaradılıştan gelen insani değerlerden nispeten kopma başladığını söylersek yanlış olur mu? Bu durumu herkes için genellemek de çok doğru değil sanki… Ancak dünya üzerinde hatırı sayılır oranda kişi, milenyumla birlikte manevi hazzın yerine dünyevi hazzı koymuş görünüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Aslında kitabın odak noktalarından birisidir bu. Madde çok öne çıktıkça, anlam daralıyor. İnsan, inanma ihtiyacı olan bir canlıdır. Yani bir biçimde kutsala da ihtiyacımız var. Orta Çağ’da kilisenin otoritesini kırmak için ortaya çıkan modernizm ve hümanizm yaklaşımı ile insan fazlaca öne çıkarılmıştı. Şimdilerde ise postmodernizm ve transhümanizm ile insanın pabucu dama atılıyor. İnsan sonrası yapay zeka ve robotlar arenasına yaklaştırılıyoruz. Gelişmiş robotlara insansı özellikler kazandırmaya çalışırken, insanı robotlaştırıyoruz.
Tam da burada, araçların amaç katma yükseltilmesi ile girdiğimiz ters yönü detaylandırmalıyız. Ters yöne girdiğimiz için ontolojik bir şaşılık, varoluşsal bir hafıza kaybı yaşıyoruz. Ve bu tehlikeli bir hal. Tespit ve tedavi şart. Bu tespitlerden sonra tedavinin başlangıç noktası, insanın kendini bilme arayışında olmasıdır. Bunun için de insan ve toplumdaki “ben değer alanı” genişledikçe, “anlam değer alam”nm daraldığını unutmamalıyız. Aile, iş ve toplumsal alanlardaki yüz yüze iletişimin, insan insana etkileşimin önemine yeniden yolcu olmamız şart.
İnsanın hayatı anlamlı kılan aidiyetleri neler? Bugün hangileri öne çıkıyor ya da hangilerini kaybediyoruz?
İnsan, “üns” kelime kökünden geliyor. Bu da bağ kurmak, bağlanmak demek. Yani insanın bağ kurma, bağlanma, ait olma ihtiyacı vardır. Mesele şudur ki günümüz dünyası insanın bağ kurma ihtiyacını zayıflatıyor. Kapitalist bakış açısı; insanın ferdiyetçiliğini, tek başmalığım yeterli görüyor. Bütün gücü ile buna zorluyor insanlığı. Oysa insanın öncelikle kendisiyle olmak üzere ailesiyle, devletiyle ve
kutsalıyla bağ kurma; bunlara bağlanma ihtiyacı var. Bu bağlılıklar; sosyal bir canlı olan insanı ayakta, güçlü ve ruhsal dengede tutar. Kapitalizm, tüketen bir insan profilini hedeflediğinden, insanı bağlılıklarından uzaklaştırıyor. Böylece tükettikçe var olmaya çalışan, üretimin verdiği mutluluktan uzak bir insan modeli karşımıza çıkıyor.
Covey’nin bedensel, zihinsel, ruhsal ve sosyal dört tekerleği üzerinden gidersek; bu temel alanların her birinde bir aidiyet inşa ediyoruz aslında. Fakat aidiyet denilince şu an bunlardan ziyade düşünsel, ideolojik, etnik, mezhebi ve benzeri aidiyetler geliyor aklımıza. Çünkü zihinsel veri tabanımızda bunlar yüklü. Peki ya ruhsal veri tabanımız? Ona nasıl erişecek, onu nasıl uyandıracağız? Bütün mesele burada. İşte bu model görünüşte mutlu gibi, ama aslında derin bir yalnızlık çekiyor. Kalabalığın içinde yalnız kalıyor.
Ego ve narsisizm, insanı anlamdan uzaklaştırıyor mu? Geçmişte bireyden topluma, devlete dek uzanan birlik duygusu zamanla bireyselliğe evrildi. Bu da yalnızlığa, özellikle de kalabalıklar içindeki yalnızlığa yol açtı. Böylece insan da varlık amacını unuttu diyebilir miyiz?
Bu çok doğru bir söylem. Biraz önce de söylediğimiz üzere; sorun insanın “ben değer alanım”ın giderek genişlemesi, egosunun giderek şişmesi, tasavvuf diliyle söylemek gerekirse nefsinin elinde oyuncak olmasıdır. İnsan sadece bedenin arzularına hapsolduğu için dürtülerinin, nazlarının peşinde koşan ve sadece benliğine hizmet eden; sadece bedenine çalışan bir canlıya dönüşüyor. Halbuki insanın soru soran, bilim yapan, felsefe yapan mantık odaklı bir zihinsel doyuma da ihtiyacı var. Daha da önemlisi; insanın estetik arayış, ahlak, adalet, merhamet gibi insani erdemlere ve kutsala bağlılık ile beslemesi gereken bir ruhu var. İşte bugün insanın bedeni tatmin olurken, zihni ve ruhu tatmin olamıyor.
“Biz” diyen toplumsal şuurun, “ben” diyen egosantrik bakışa evrildiği bir gerçek. Bunu hepimiz görüyoruz aslında. Bu işlere hiç kafa yormayan insanlar bile görüyor bunu. Sorun ise gördüğümüz bu durumu normal kabul etmemiz. Bunun normal ve doğru olmadığına, önce kendimizi ikna edebilmeliyiz. Kitap, bu ilk harekete odaklanıyor aslında. Çünkü o ilk hareket çok şey demek.
Bireyin kendine dönmesi, varlık amacını fark etmesi için neye ihtiyacı var? Yaşamını, yaşam amacını sorgulamak, kendini bilmek için neler yapabilir?
Önce kaybolmuşluğun keşfine, onu kabul etmeye, onunla yüzleşmeye ihtiyaç var. O ilk adım. Sonraki ivmeyi getirecek ve yolu açacak olan ilk farkındalık bu! Bir bakıma can suyu. Diğer bir ifadeyle, kaybolmaya başlayan insanlığımıza yeniden sahip çıkmamız elzem. Bakın, bunun farkında olmak önemli ama daha da önemlisi; eğitimimiz, yaşımız, mesleğimiz, statümüz ne olursa olsun bu konuda yapabileceğimiz şeyler olduğuna yürekten inanmak ve bunları davranışa dönüştürmek. Herkesin sadece eleştirdiği ama kendinden başlama alışkanlığını unuttuğu bir zamanı aşmamız şart. “Kendimi bilmek, anlamımla buluşmak, kendi benliğimi aşıp ötekine de gönlümde yer vermek için neler yapabilirim?” sorusuna kafa yormak, hepimizin kolaylıkla yapacağı bir iştir. Kendi anlamımız için yola çıkmalı, yolda olmalı; gerekirse “öteki için yol olmayı” başarmalıyız.
KIERKEGAARD’IN “TANRI, BENİ YARATMAKLA NEYİ MURAD ETTİ?” SÖZÜ SİZİN İÇİN NE İFADE EDİYOR? İNSANIN ANLAMINA DAİR HANGİ İPUÇLARI VAR BU SORUNUN İÇİNDE?
En fıtri, varoluşsal ayarlara davet eden en temel sorulardan biri bu! “Murad” etti çevirisi de oldukça yerinde aslında. O murad etti; biz de irad etmek yani sonsuz olasılıklar barındıran irade jokerimizi değerlendirerek, kendi renk cümbüşümüzü, kendi öz bestemizi ortaya koymak durumundayız. Bestelerimiz, tablolarımız belki farklı farklı olacak ama yan yana geldiklerinde o muradın biricik, özgün bir parçasını oluşturacaklar. Kierkegaard’m kitabımızda da yer alan bu sözünü, uzunca irdelemeye çalıştık. Zira gerek Doğu dünyasında gerekse Batı dünyasında filozofların, alimlerin, bilim insanlarının varmak istediği ana hedef; insanın insan olma halini sürdürmesidir. Yani öncelikli amaç, insan olmayı başarmak ve bunu sürdürmektir. Kierkegaard, ilginç bir tespit yapıyor. Ve “Hiçbir varlık sebepsiz değildir. O halde ben neden varım?” diyor.
Bu aslında kendimizi bilme arayışının başlangıç noktasıdır. İmam Gazzalî’nin ifadesiyle, insan aklıyla nefsi arasındaki dengeyi kurduğunda kendini bilecek ve mananın derinliğinde yol alacaktır. Modern psikoloji de bundan farklı bir şey söylemiyor aslında. İnsan, bedensel dürtüleriyle ruhsal ihtiyaçları arasında denge kuruduğu oranda dengeli bir ruh halini yaşar.
(Formsante, Ulusal aylık dergi, 01.08.2025)


Bu Yazıya Hiç Yorum Yapılmadı.
SİZ DE YORUM YAZIN